Gözlerim, satırlarına öylesine dalmış ki. Biran kompartımanın camına yasladığım yüzümde yeni doğan güneşin sıcaklığını hissettim. Defterini kutsal bir kitap gibi göğsüme bastırdım.
Birazdan Haydarpaşa garı görünecek. Sen beni beklemeyeceksin. Karşı kıyıya geçerken pakette kalan son sigaramı yakıp, Haydarpaşa’nın yüz yıllık ihtişamını sensiz seyredeceğim.
İki kulenin ortasındaki saatle, vitraylı pencerenin üzerindeki saat; yine farklı zamanı gösterecek.
Vapur uzaklaşırken seni her uğurlayışımda merdivenlerden sana yeniden koşup, boz renkli Lefke taşlarına yaslanıp ağladığımı da söylemeyeceğim.
İkinci peronda beni beklemediğini bilmenin acısını yaşamaya nasıl dayanacağımı bilemiyorum.
Bana anlattığın, ne kardelenleri ne de Murat nehrinin buz tuttuğunu gördüğümü anlatmayacağım. Zaten cama yazdığım adın da silinmiş.
Hiç alışkın değilim böyle dönüşlere. Bana yazdıklarını okurken; yitirilmişliklerin böylesine acılı olabileceğini hiç düşünmediğim için mi ağlıyorum. Yoksa seni böylesine üzdüğüm için mi?
Her sayfayı çevirirken, o her günü yeniden yaşadım.
Vagon kapıları da başladı açılmaya. Ben, tüm geçmişimi sırtladığım hurcumu yüklenip vapura koşan kalabalığa karışıyorum.
Tam turnikeler kapanırken yetişiyorum. Her zaman oturduğumuz tarafa oturuyorum. Son sayfaları bu vapurda yazdığını biliyorum.
2 Aralık
İki baharlık sevda.
İşte hepsi bu kadar.
Diğerleri bilmeyecek.
Aslında iki baharlık sevda,
hiç bitmeyecek
En son vapurla geçiyorum karşıya. Şimdi İstanbul’un tüm balkonlarından sen el sallıyorsun, tüm pencerelerinden sen bakıyorsun, günaydınım oluyorsun ben sensizliğe gülümsüyorum.
Ve artık sormuyorum neden her şey değişti diye.
Artık hatırlıyorum da..
Hüzün; bizim yazgımızdı. Hüzün; kestane gözlü bir kız ve sevda ilkbaharda tomurcuklanıp sonbaharda solan bir çiçekti...
Son yazın yarım kalmış. Ne yazardın acaba? Bilseydin kestane gözlünün tek bacağı ile sana koşamayacağını.
31 Aralık XXXX
“ Desem ki: 'Ben, seni pek çok...' Sakın gücenme emi,
Sakın gücenme, eğer anladınsa sevdiğimi.”
Orhan Seyfi Orhon
Seni pek çok seviyorum……
Neler yazardın acaba taşralım, ne yazardın? Koltuk değnekleriyle sana koşmak için çırpınan bu zavallıyı görünce…
Usulca öpüyorum satırlarını ve son kez bakıyorum geçmişime.
Saygıdeğer bir ölünün küllerini savururcasına ya da bir çelenk atarcasına denizde kaybettiklerinin anısına sevdamızı sulara gömüyorum.
Dalga dalga oluyor yüreğim. İçimde son kez çağlayan sessiz çığlık vapurun son düdüğüne karışıyor. “ Desem ki: Ben, seni pek çok...
1 ARALIK 19XX
Kardelenleri görmeyeceksin.
Sonbaharın son yaprağı ile unutulup gideceksin.
Çığırtanlar bağırıyor. Duymuyorum.
Yollar deniz kokuyor. Deniz sen kokuyorsun. Seni anımsatıyor ortancaların kaderi.
Karşı evden sesin geliyor. Sesine tutunup giriyorum pencerenden. Pencerende kurumuş hanım elleri.
Sabahçı kahvelerindeki tütün kokusunu silkeliyorum üzerinden. Gülüyorsun.
Paris’in arka sokaklarını hatırladın mı? Floransa’da bir çeşme başında ıslanmıştık. Bohemya’nın en çarpıcı kristallerinde parlıyordu gözlerin.
Kader bu ya!
Özlemlerim yerini korkuya bıraktı. Umutsuzlukla beklemek. Umutların umutsuzluğa dönüşmesi gibi bir şey bu. Kuş yuvalarını saklayan yaprakları süpürdü rüzgar. İçimdeki tüm kuş yuvaları bozuldu. Ellerimi üşüten soğuk kalbime doğru yayılıp ruhumu donduruyor.
Gel ve beni ısıt.
Dün kocaman kara bir bulut eteklerindeki tüm yağmuru ufuktaki dağın yamaçlarına boşalttı. Boşalttıkça dağ daha mavi oldu. Bulut daha beyaz. Sonra eteklerini yukarı kaldırıp üzüm ezen kızlar gibi küme küme yukarı çekildi. Bulutun eteklerinin altından soğuk bir güz güneşi çıkageldi. Işıkları gözümü kamaştırıyordu.
Belki sen gelmiştin. Birden seninle aynı havayı solumak yürürlüğe girdi.
Ne kaldı ki bir sonraki bahara.
Öğrendin artık. Ağaçların her mevsim yeniden filizlendiğini.
Öğrendin artık. Kirazların beyaz, şeftalilerinse pembe çiçekleriyle yalvardıklarını. Armut ağaçları da gül kurusu renklerini ve ayvalar en son açtığını çiçeklerini.
Öğrendin artık. Kırlangıç mevsimini, bademler açınca gelmeyi.
Saka kuşlarının söylediği şarkıları, güneş çiçeklerinin niye sana döndüğünü, tarla kenarındaki gelincikleri ve yabani papatyalardan taç örmeyi.
Dahası, tüm isimlerin sen olduğunu öğrendin değil mi?
Şimdi sana dokunabilirim. Sana sıkıca sarılabilirim. Işıkları söndürebilirim değil mi?
Sonbaharın son yaprağı ile unutulup gideceksin.
Çığırtanlar bağırıyor. Duymuyorum.
Yollar deniz kokuyor. Deniz sen kokuyorsun. Seni anımsatıyor ortancaların kaderi.
Karşı evden sesin geliyor. Sesine tutunup giriyorum pencerenden. Pencerende kurumuş hanım elleri.
Sabahçı kahvelerindeki tütün kokusunu silkeliyorum üzerinden. Gülüyorsun.
Paris’in arka sokaklarını hatırladın mı? Floransa’da bir çeşme başında ıslanmıştık. Bohemya’nın en çarpıcı kristallerinde parlıyordu gözlerin.
Kader bu ya!
Özlemlerim yerini korkuya bıraktı. Umutsuzlukla beklemek. Umutların umutsuzluğa dönüşmesi gibi bir şey bu. Kuş yuvalarını saklayan yaprakları süpürdü rüzgar. İçimdeki tüm kuş yuvaları bozuldu. Ellerimi üşüten soğuk kalbime doğru yayılıp ruhumu donduruyor.
Gel ve beni ısıt.
Dün kocaman kara bir bulut eteklerindeki tüm yağmuru ufuktaki dağın yamaçlarına boşalttı. Boşalttıkça dağ daha mavi oldu. Bulut daha beyaz. Sonra eteklerini yukarı kaldırıp üzüm ezen kızlar gibi küme küme yukarı çekildi. Bulutun eteklerinin altından soğuk bir güz güneşi çıkageldi. Işıkları gözümü kamaştırıyordu.
Belki sen gelmiştin. Birden seninle aynı havayı solumak yürürlüğe girdi.
Ne kaldı ki bir sonraki bahara.
Öğrendin artık. Ağaçların her mevsim yeniden filizlendiğini.
Öğrendin artık. Kirazların beyaz, şeftalilerinse pembe çiçekleriyle yalvardıklarını. Armut ağaçları da gül kurusu renklerini ve ayvalar en son açtığını çiçeklerini.
Öğrendin artık. Kırlangıç mevsimini, bademler açınca gelmeyi.
Saka kuşlarının söylediği şarkıları, güneş çiçeklerinin niye sana döndüğünü, tarla kenarındaki gelincikleri ve yabani papatyalardan taç örmeyi.
Dahası, tüm isimlerin sen olduğunu öğrendin değil mi?
Şimdi sana dokunabilirim. Sana sıkıca sarılabilirim. Işıkları söndürebilirim değil mi?
13 KASIM 19XX
Sensizliğe indeksledim kalemimi.
Yeni bir sessizlik, eski bir sensizliğe bırakıyor yerini.
Sensizliği yazmaya alıştım ki o kadar.
Seni yazıyorum. Hep sensizliği yazacak değilim ya. Sesin unutuluş kokuyor. Sanki seni zincirleyen kara sevdadan kopup özgürlüğe koşuyorsun. Beni anılarımla bırakıp gideceğini biliyordum.
İçimden hep seni diliyordum. Dileklerim çaresizliğin renkleriyle beraber solup yavaş yavaş kayboluyor. Sesin özlem kokmuyor. Hadi! Uç artık. Kelebekler kadar özgürsün.
Ölmek bir masalmışçasına güzel. Kanayan bir yaranın kabuk bağlaması gibi. Uçuk saatlerde yanımda olurdun. Horoz zamanı aynı tastan içerdik çorbamızı. Toz pembe masallar anlatıp, açık-saçık konuşurduk. Yoksulluğumuzu paylaşırdık. Beraberliğe içerdik. Sonsuzluğa içerdik. Sevdamıza içerdik.
Ben dudaklarından içerdim. Dudaklarından içince; bir garip dönerdi dünya.
Şimdi sen sıcak iklimlere uçan bir kuş kadar özgürsün. Uğur böcekleri gibi... uç böceğim der uçarsın.
Ben bir tırtıl gibi öleceğim bu sabah. Bu yüzden sabahları sevmezdim.
Tırtıllar ipek kozalarında ölürler. Çaresiz yalnız.. Kimse bilmez öldüklerini... Kimse görmez.
Kelebek olmadan ölürler. Özgürlüğe hasret. Sevdaları da bilmezler, karanlık kozalarında ölürler kimsesiz.
“Hadi kaçır beni......!”
Çöz tutsaklığımı. Biz aynı iklimin çiçekleri gibi birbirimize benzeriz. Bir elmanın iki yarısı değil miydik? Ben kurtlu yanı.
Ağlarız arkadaş... Küfrederiz yalnızlığa. Yalnızlık on ikiyi on iki geçiyor. Yarın, bu güne karışmış. Yalnızlık almış başını, bekleyişler bir mum ışığında söndürüyor gözlerini.
Özlemlerin koyu gölgesinde ılık bir güz üzeri kaçır beni. Ben sonları da sevmem. Tıpkı ay sonlarını sevmediğim gibi...
Geriye doğru sayıyorum sensizliği. Gel. Neden söylemedin? Beklemenin bu kadar zor olduğunu.
Bu, özlemlerin dördüncü boyutundaki buruk gözyaşları.
Bu, kader. Bu, kelebek olmadan ölmenin çaresizliği.
Dün bayram çocukları geçti önümden. Ben bayramlıklarımı giyemedim. Dün bayram çocukları geçti. Benim bayramlıklarım yoktu.
Yeni bir sessizlik, eski bir sensizliğe bırakıyor yerini.
Sensizliği yazmaya alıştım ki o kadar.
Seni yazıyorum. Hep sensizliği yazacak değilim ya. Sesin unutuluş kokuyor. Sanki seni zincirleyen kara sevdadan kopup özgürlüğe koşuyorsun. Beni anılarımla bırakıp gideceğini biliyordum.
İçimden hep seni diliyordum. Dileklerim çaresizliğin renkleriyle beraber solup yavaş yavaş kayboluyor. Sesin özlem kokmuyor. Hadi! Uç artık. Kelebekler kadar özgürsün.
Ölmek bir masalmışçasına güzel. Kanayan bir yaranın kabuk bağlaması gibi. Uçuk saatlerde yanımda olurdun. Horoz zamanı aynı tastan içerdik çorbamızı. Toz pembe masallar anlatıp, açık-saçık konuşurduk. Yoksulluğumuzu paylaşırdık. Beraberliğe içerdik. Sonsuzluğa içerdik. Sevdamıza içerdik.
Ben dudaklarından içerdim. Dudaklarından içince; bir garip dönerdi dünya.
Şimdi sen sıcak iklimlere uçan bir kuş kadar özgürsün. Uğur böcekleri gibi... uç böceğim der uçarsın.
Ben bir tırtıl gibi öleceğim bu sabah. Bu yüzden sabahları sevmezdim.
Tırtıllar ipek kozalarında ölürler. Çaresiz yalnız.. Kimse bilmez öldüklerini... Kimse görmez.
Kelebek olmadan ölürler. Özgürlüğe hasret. Sevdaları da bilmezler, karanlık kozalarında ölürler kimsesiz.
“Hadi kaçır beni......!”
Çöz tutsaklığımı. Biz aynı iklimin çiçekleri gibi birbirimize benzeriz. Bir elmanın iki yarısı değil miydik? Ben kurtlu yanı.
Ağlarız arkadaş... Küfrederiz yalnızlığa. Yalnızlık on ikiyi on iki geçiyor. Yarın, bu güne karışmış. Yalnızlık almış başını, bekleyişler bir mum ışığında söndürüyor gözlerini.
Özlemlerin koyu gölgesinde ılık bir güz üzeri kaçır beni. Ben sonları da sevmem. Tıpkı ay sonlarını sevmediğim gibi...
Geriye doğru sayıyorum sensizliği. Gel. Neden söylemedin? Beklemenin bu kadar zor olduğunu.
Bu, özlemlerin dördüncü boyutundaki buruk gözyaşları.
Bu, kader. Bu, kelebek olmadan ölmenin çaresizliği.
Dün bayram çocukları geçti önümden. Ben bayramlıklarımı giyemedim. Dün bayram çocukları geçti. Benim bayramlıklarım yoktu.
10 KASIM 19XX
Şarabın sihirli bordosuna aldanma.
Sarhoşluk o renkte saklıdır.
‘Ayıptır’ deyip geçerler. Takma...
Şarap rengi sana yakışır.
Şarabın bordosuna dalmışım. Birden, kadeh alıp başını gidiyor. Sonra peçete, ekmek kırıntıları, delikli peynir, şişe mantarı, sofra örtüsü... Garip bir sessizlik nöbet bekliyor başımda.
Ben garip, masa garip, kanepe garip, teneke saksıda çiçek garip. Birbirimize bakıp dertleşiyoruz.
Bu saatlerde yanımda olurdun. Ben yüreğim heyecan dolu kapıyı vururdum. Sen yarı çıplak sarılırdın. Delicesine öperdim. Öptükçe bir daha öpesim gelirdi. Doyamazdım. Ayrılırken yüreğim çıkardı yerinden. Gidişini adım adım izlerdim.
Baksana yoksun. Sen şarap renkli bir akşama karıştın şimdi. Ben yalnızlığımı katık ediyorum sensizliğe. Oysa, soğuk bira köpüklerinden bıyık yapmalıydık Karşıyaka’da bir meyhanede.
Sana şarap rengi yakışırdı. Sen şarap kokulu akşamlarda, şarap gibi döndürürdün başımı. Sen şarap rengi akşama karıştın şimdi.
Ben bu kentin arka sokaklarının birinde öleceğim. Hani o eski taş döşeli sokaklarda. Leşimi her gün geçtiğim yolun üstündeki bir mezarlığa koyacaklar. Üzerimde çakır dikenleri bitecek ve bu yoldan asla geçmeyeceksin.
Şimdi seninle Rumeli Hisarı’nda oturmak, Orhan Veli’den şiirler okumak vardı. Oysa, ben, Rumeli’nde bile ölmeyeceğim. Ulu çınarların gölgelediği, ulu camilerde beklemeyecek bedenim. Karanfil dökmeyecekler avlulara. Sala sesleri yükselirken üç-beş garibin götürdüğü musalla taşında “iyi bilirdik” diyecekler.
Nerden bilecekler ki.
Bu kentin arka sokaklarının birinde öleceğim. Sen de bilmeyeceksin.
Yer, toprak kokacak ilk yağmurla. Üzerlik otları, mor zambaklar ve yabani papatyalar bitecek ötede beride.
Bu yoldan asla geçmeyeceksin. Tarif edemediğim köşe başlarından koşmayacaksın yalnızlığıma ya da daracık bir sokakta sıkışmayacak sevdamız. Ben her gün bu hatıralarla yaşamayacağım.
Şimdi seninle batan güneşi seyretmek. Batan güneşe inat sabaha diz dize beklemek vardı. Uzak bir tavernada şarkılarımız çalmalıydı. Ben yalnızlığın üçüncü perdesini açmamalıydım bu akşamüstü. Şarap kokmalıydı dudakların. Oysa, ben kimsesiz öleceğim.
Sokak pazarcıları geçiyor yanımdan. Bizim mahalle lağım kokuyor.
Sonbahar güneşin sarhoşluğu ile alacakaranlık yerini geceye bırakacak birazdan. Sen yapraksız ağaçlarının gölgesinden geçeceksin. Gölgen büyüyecek. Kuş yuvalarını göremeyeceksin hiç. Leyleklerin nereye göçtüğünü hiç bilmeyeceksin. Belki, bir kaç güvercin uçacak karşı kaldırımdan, ibibikler gelmeyecek oralara. Saka kuşları senin bildiğin şarkıları söylemeyecek. Her şey, birbirine karışacak.
Yüreğimden sana uzanan tenha kaldırımlardan geçmeden bitecek bütün yollar... ve ben hiç ağlamayacağım. Bu saatlerde güneşin vedasını hatırlayacak mısın?
Söz verdim ya, ağlamıyorum da işte..
Sarhoşluk o renkte saklıdır.
‘Ayıptır’ deyip geçerler. Takma...
Şarap rengi sana yakışır.
Şarabın bordosuna dalmışım. Birden, kadeh alıp başını gidiyor. Sonra peçete, ekmek kırıntıları, delikli peynir, şişe mantarı, sofra örtüsü... Garip bir sessizlik nöbet bekliyor başımda.
Ben garip, masa garip, kanepe garip, teneke saksıda çiçek garip. Birbirimize bakıp dertleşiyoruz.
Bu saatlerde yanımda olurdun. Ben yüreğim heyecan dolu kapıyı vururdum. Sen yarı çıplak sarılırdın. Delicesine öperdim. Öptükçe bir daha öpesim gelirdi. Doyamazdım. Ayrılırken yüreğim çıkardı yerinden. Gidişini adım adım izlerdim.
Baksana yoksun. Sen şarap renkli bir akşama karıştın şimdi. Ben yalnızlığımı katık ediyorum sensizliğe. Oysa, soğuk bira köpüklerinden bıyık yapmalıydık Karşıyaka’da bir meyhanede.
Sana şarap rengi yakışırdı. Sen şarap kokulu akşamlarda, şarap gibi döndürürdün başımı. Sen şarap rengi akşama karıştın şimdi.
Ben bu kentin arka sokaklarının birinde öleceğim. Hani o eski taş döşeli sokaklarda. Leşimi her gün geçtiğim yolun üstündeki bir mezarlığa koyacaklar. Üzerimde çakır dikenleri bitecek ve bu yoldan asla geçmeyeceksin.
Şimdi seninle Rumeli Hisarı’nda oturmak, Orhan Veli’den şiirler okumak vardı. Oysa, ben, Rumeli’nde bile ölmeyeceğim. Ulu çınarların gölgelediği, ulu camilerde beklemeyecek bedenim. Karanfil dökmeyecekler avlulara. Sala sesleri yükselirken üç-beş garibin götürdüğü musalla taşında “iyi bilirdik” diyecekler.
Nerden bilecekler ki.
Bu kentin arka sokaklarının birinde öleceğim. Sen de bilmeyeceksin.
Yer, toprak kokacak ilk yağmurla. Üzerlik otları, mor zambaklar ve yabani papatyalar bitecek ötede beride.
Bu yoldan asla geçmeyeceksin. Tarif edemediğim köşe başlarından koşmayacaksın yalnızlığıma ya da daracık bir sokakta sıkışmayacak sevdamız. Ben her gün bu hatıralarla yaşamayacağım.
Şimdi seninle batan güneşi seyretmek. Batan güneşe inat sabaha diz dize beklemek vardı. Uzak bir tavernada şarkılarımız çalmalıydı. Ben yalnızlığın üçüncü perdesini açmamalıydım bu akşamüstü. Şarap kokmalıydı dudakların. Oysa, ben kimsesiz öleceğim.
Sokak pazarcıları geçiyor yanımdan. Bizim mahalle lağım kokuyor.
Sonbahar güneşin sarhoşluğu ile alacakaranlık yerini geceye bırakacak birazdan. Sen yapraksız ağaçlarının gölgesinden geçeceksin. Gölgen büyüyecek. Kuş yuvalarını göremeyeceksin hiç. Leyleklerin nereye göçtüğünü hiç bilmeyeceksin. Belki, bir kaç güvercin uçacak karşı kaldırımdan, ibibikler gelmeyecek oralara. Saka kuşları senin bildiğin şarkıları söylemeyecek. Her şey, birbirine karışacak.
Yüreğimden sana uzanan tenha kaldırımlardan geçmeden bitecek bütün yollar... ve ben hiç ağlamayacağım. Bu saatlerde güneşin vedasını hatırlayacak mısın?
Söz verdim ya, ağlamıyorum da işte..
1 KASIM 19XX
Bahar dediğin nedir ki?
Bir sonraki bahar da gelir birazdan.
Yarım kalmış bir ibadetin mabedinde ağlayan badem dalları Ekim serinliğinde titriyor. Bahar dediğin nedir ki? Bir sonraki bahar da gelir birazdan.
Defterimde karga burka yazın, çikolataların kalay kağıtları, kurutulmuş anı çiçekleri. Fakir odamda sararmış liseli fotoğrafın ve duvarlarda asılı kalmış tebessümün.
Ladinler yeşil kaldı. Amerikan sarmaşıkları kızıl. Ateş dikenlerinin en gösterişli zamanı. Gitmek zamanı besbelli.
“Gidemeyiz....” “Kayboluruz....” dedin.
Gökkuşağı gözü kara uzanıyordu. “Bir gün sizin kente düşerse yolu gökkuşağının; elimde yedi renkten yedi çiçek sana gelirim” demiştim. Hatırladın mı?
Gökkuşağının bittiği yerde akşamlar bir karnaval gibi başlıyordu. Sonra, bir kabus gibi bitiyordu. Yıllar boyu hep gökkuşağına baktım. Gökkuşağı, gökten hiç yere inmedi.
Gökkuşağına yetişemeden, göçen kuşlara karıştın. Tüm renkler solmaya başladı. Akşamlar gittikçe daha karanlık... Gördün mü? Kuş yuvaları da gözüküyor artık.
Bir vapur kalkıyor sabık sabahların birinde. Sen gidiyorsun. Sanki yüreğimdeki bütün şarkılar seninle gidiyor. Sen gidiyorsun. Yüzün, gözlerimde esir. Sen gidiyorsun. Güz yaprakları peşinden...
Yalnızca kokun kalıyor rıhtımda.
Alışılmışlıklara inat. Odamda islenmiş duvarlar. Odamda resmin. Odamda diz boyu izmarit. Odamda şarap kokusu. Seni bekliyorum. Bugün yanımda olsaydın keşke. Tüm takvimlerdeki günleri silip “gel” diyorum.
Gelmiyorsun.
Çılgınca dans ediyoruz. Renkler; bir kırmızı, bir sarı, yeşil, mor ve niceleri. Çılgınca dans ediyoruz. Ayaklarımız yerden kesilmiş, do’lar re’ler mi’ler üzerinde uçuyoruz. Sol anahtarıyla açmışız kilitlerini mutluluğun. Bir karanlık, bir aydınlık…
Birden!
Yer omzuma yapışıyor. İstemsiz bir panikle itiyorum. Gitmiyor.
Ayak seslerin içimde yankılanıyor. Bir balad çalıyor uzaktan. Yer omzuma yapışmış; itiyorum, gitmiyor.
Spot ışıkları gözlerimi kamaştırıyor. Gözlerim unuttuğum gecelerimde gözlerinle sevişiyor. Ellerim üşüyor. Ellerini tutamıyorum. Yapışmış yer omzuma; itiyorum, itiyorum. Gitmiyor.
“Yer gitmiyor” diyorum ama ben düşmüşüm be!
Hoş gör sarhoş olmuşum.
Bir sonraki bahar da gelir birazdan.
Yarım kalmış bir ibadetin mabedinde ağlayan badem dalları Ekim serinliğinde titriyor. Bahar dediğin nedir ki? Bir sonraki bahar da gelir birazdan.
Defterimde karga burka yazın, çikolataların kalay kağıtları, kurutulmuş anı çiçekleri. Fakir odamda sararmış liseli fotoğrafın ve duvarlarda asılı kalmış tebessümün.
Ladinler yeşil kaldı. Amerikan sarmaşıkları kızıl. Ateş dikenlerinin en gösterişli zamanı. Gitmek zamanı besbelli.
“Gidemeyiz....” “Kayboluruz....” dedin.
Gökkuşağı gözü kara uzanıyordu. “Bir gün sizin kente düşerse yolu gökkuşağının; elimde yedi renkten yedi çiçek sana gelirim” demiştim. Hatırladın mı?
Gökkuşağının bittiği yerde akşamlar bir karnaval gibi başlıyordu. Sonra, bir kabus gibi bitiyordu. Yıllar boyu hep gökkuşağına baktım. Gökkuşağı, gökten hiç yere inmedi.
Gökkuşağına yetişemeden, göçen kuşlara karıştın. Tüm renkler solmaya başladı. Akşamlar gittikçe daha karanlık... Gördün mü? Kuş yuvaları da gözüküyor artık.
Bir vapur kalkıyor sabık sabahların birinde. Sen gidiyorsun. Sanki yüreğimdeki bütün şarkılar seninle gidiyor. Sen gidiyorsun. Yüzün, gözlerimde esir. Sen gidiyorsun. Güz yaprakları peşinden...
Yalnızca kokun kalıyor rıhtımda.
Alışılmışlıklara inat. Odamda islenmiş duvarlar. Odamda resmin. Odamda diz boyu izmarit. Odamda şarap kokusu. Seni bekliyorum. Bugün yanımda olsaydın keşke. Tüm takvimlerdeki günleri silip “gel” diyorum.
Gelmiyorsun.
Çılgınca dans ediyoruz. Renkler; bir kırmızı, bir sarı, yeşil, mor ve niceleri. Çılgınca dans ediyoruz. Ayaklarımız yerden kesilmiş, do’lar re’ler mi’ler üzerinde uçuyoruz. Sol anahtarıyla açmışız kilitlerini mutluluğun. Bir karanlık, bir aydınlık…
Birden!
Yer omzuma yapışıyor. İstemsiz bir panikle itiyorum. Gitmiyor.
Ayak seslerin içimde yankılanıyor. Bir balad çalıyor uzaktan. Yer omzuma yapışmış; itiyorum, gitmiyor.
Spot ışıkları gözlerimi kamaştırıyor. Gözlerim unuttuğum gecelerimde gözlerinle sevişiyor. Ellerim üşüyor. Ellerini tutamıyorum. Yapışmış yer omzuma; itiyorum, itiyorum. Gitmiyor.
“Yer gitmiyor” diyorum ama ben düşmüşüm be!
Hoş gör sarhoş olmuşum.
26 EKİM 19XX
Akşam simsiyah yanıyordu.
Hep böyle olurdu zaten.
Akşam simsiyah yanıyordu. Gözlerim yanıyordu. Yüreğim yanıyordu. Her yer simsiyah yanıyordu. Geçmiş yanıyordu. Dün, bugün, bu saat, bu dakika, bu saniye, hepsi simsiyah yanıyordu. Simsiyah yangında düşlerim, anılarım yanıyordu.
Yanan belki de bendim. Hani şu “uykularını bölen hayırsız”. Belki de uykularım yanıyordu. Göz yaşlarım yetmiyordu yangını söndürmeye.
Akşamı baykuş sesleriyle baş başa bırakıp, vıcık vıcık balçık kaplı bir yoldan döndüm. Akşam başımda dönüyordu. Akşam hiç bitmeyecek gibiydi.
Akşam bitti mi? Bilmiyorum. Ama sabah gölgeleri; şebnem düşmüş yaprakların arasında süzülüp yaban otu kaplamış tarlalar üzerinde sessizce uzanıyordu.
Biteviye bekledim. Aramamıştın. Biliyorum. Aşkım akşamın siyah ateşinde yanmıştı. Hep böyle olurdu zaten.
Hep böyle olurdu zaten.
Akşam simsiyah yanıyordu. Gözlerim yanıyordu. Yüreğim yanıyordu. Her yer simsiyah yanıyordu. Geçmiş yanıyordu. Dün, bugün, bu saat, bu dakika, bu saniye, hepsi simsiyah yanıyordu. Simsiyah yangında düşlerim, anılarım yanıyordu.
Yanan belki de bendim. Hani şu “uykularını bölen hayırsız”. Belki de uykularım yanıyordu. Göz yaşlarım yetmiyordu yangını söndürmeye.
Akşamı baykuş sesleriyle baş başa bırakıp, vıcık vıcık balçık kaplı bir yoldan döndüm. Akşam başımda dönüyordu. Akşam hiç bitmeyecek gibiydi.
Akşam bitti mi? Bilmiyorum. Ama sabah gölgeleri; şebnem düşmüş yaprakların arasında süzülüp yaban otu kaplamış tarlalar üzerinde sessizce uzanıyordu.
Biteviye bekledim. Aramamıştın. Biliyorum. Aşkım akşamın siyah ateşinde yanmıştı. Hep böyle olurdu zaten.
1 EKİM 19XX
İlk kez bu sabah duydum adımlarını.
Sonbahar, iyice yaklaşmıştı.
Nefesimi tuttum...
İlk yaprak düşerken sesi yankılandı.
Yaprağa sarı yakışmıyordu.
Yelkovan, akrebi peşine takmış karanlık geceye doğru sürüklüyordu. Karanlıktan mı korkuyordum? Yoksa akrepten mi?. Akrep yediye doğru ilerliyordu. Ben karanlığa doğru ilerliyordum.
Yerde pırıltılar uçuşuyordu. Yağan yağmur muydu? Göz yaşım mıydı? Algılayamıyordum. Kanım gittikçe soğuyordu. Karanlık bir yolda yürüyordum. Merhabalara tıkalı kulağım. Yanımdan geçenler var mıydı, yok muydu? Şimdi anımsamıyorum.
Sabah köprübaşında, simit aldığım adamın kamburu biniyordu ha bire üzerime. Akşamın “kör olduğuna kanaat getirdim. Ya da ben kördüm. Bilmiyorum.
İçimden akıp giden bir şeyleri durduramıyordum. Yelkovanın peşine takılmış ha bire sürükleniyordum.
Yalnızca ayak seslerimi duyuyordum. Sonra, kuru birkaç yaprak ayaklarım altında gürültüyle eziliyordu. Yağmurun yola değerken çıkardığı sese dayanamıyordum. Ensemden başıma çıkan acı, omuriliğimden aşağılara kadar iniyor, yürümemi zorlaştırıyordu.
Asılında hava soğuktu sanırım. İlk kez ürperdiğimi fark ettim. Yüreğimi birileri sıkıyor, engelliyemiyorum. Çaresiz çırpınıyor. Boğazımın kuruduğunu hissediyorum. Yelkovan akşama yaklaşıyor. Keşke, akşam olmasaydı. Akşamlardan korkuyorum.
Sen yanımdayken bütün saatlerin yelkovanlarını koparacağım.
Artık, yağmurların ıslattığı kör bir akşamı istemiyorum.
Sonbahar, iyice yaklaşmıştı.
Nefesimi tuttum...
İlk yaprak düşerken sesi yankılandı.
Yaprağa sarı yakışmıyordu.
Yelkovan, akrebi peşine takmış karanlık geceye doğru sürüklüyordu. Karanlıktan mı korkuyordum? Yoksa akrepten mi?. Akrep yediye doğru ilerliyordu. Ben karanlığa doğru ilerliyordum.
Yerde pırıltılar uçuşuyordu. Yağan yağmur muydu? Göz yaşım mıydı? Algılayamıyordum. Kanım gittikçe soğuyordu. Karanlık bir yolda yürüyordum. Merhabalara tıkalı kulağım. Yanımdan geçenler var mıydı, yok muydu? Şimdi anımsamıyorum.
Sabah köprübaşında, simit aldığım adamın kamburu biniyordu ha bire üzerime. Akşamın “kör olduğuna kanaat getirdim. Ya da ben kördüm. Bilmiyorum.
İçimden akıp giden bir şeyleri durduramıyordum. Yelkovanın peşine takılmış ha bire sürükleniyordum.
Yalnızca ayak seslerimi duyuyordum. Sonra, kuru birkaç yaprak ayaklarım altında gürültüyle eziliyordu. Yağmurun yola değerken çıkardığı sese dayanamıyordum. Ensemden başıma çıkan acı, omuriliğimden aşağılara kadar iniyor, yürümemi zorlaştırıyordu.
Asılında hava soğuktu sanırım. İlk kez ürperdiğimi fark ettim. Yüreğimi birileri sıkıyor, engelliyemiyorum. Çaresiz çırpınıyor. Boğazımın kuruduğunu hissediyorum. Yelkovan akşama yaklaşıyor. Keşke, akşam olmasaydı. Akşamlardan korkuyorum.
Sen yanımdayken bütün saatlerin yelkovanlarını koparacağım.
Artık, yağmurların ıslattığı kör bir akşamı istemiyorum.
23 EYLÜL 19XX
Kör bir sabah kesti yolumu. Sevdamı söyledim.
Anlamadı.
Ya sağır,
Ya da sarhoştu adamakıllı
Saat 05:05.
Neden sabahın körü derler? Bir türlü anlamam.
Sabahlar gerçekten kör müdür, acaba?
Hayır.. Kesinlikle hayır... Sabahlar kör değil. İnanmıyorum kör olduğuna.
Böylesine sisli bir sabah bile kör değil. Biraz ötesi görülmüyor. Oysa, buradan tepeleri görürdüm. Gri dağlara inen beyaz bulutları seyrederdim.
Şimdi düşünüyorum da sabahlar kesinlikle kör değil ama mutlaka sağır. Eğer sağır olmasaydı, sessiz çığlıklarımı duyardı.
Belki de sabahlar topaldır. Yoksa sırtlayıp seni bana getirmezler miydi?
Bulutlar iyice burnumun dibine yaklaştılar. Şimdi ellerin üşüyor mu acaba?
Şu gerçek ki; “sabahın körü” çok aptalca bir laf. Sabah sağır deseler inanacağım.
Ucuna beyaz bir gül iliştirdiğin notun geliyor aklıma seni düşlüyorum. ‘Dalmaçyalı geceliğini giymişsin. Ne güzel uyuyorsun kör sabaha inat. Kim bilir? Belki beni görüyorsun rüyanda. Saçlarından, yüzüme batan klipslerin düşmemiş. Yorganın burnuna kadar kapatmış üzerini. Batıdaki pencerede sisler arasından süzülen sabahın o fersiz ışıkları aydınlatıyor yüzünü. Dudakların hafice açık. Yıllar öncesinden gönderdiğim bir öpücüğün izi duruyor. İki kaşının arasındaki çizgi biraz derinleşmiş gibi öpüyorum, uyanmıyorsun.’
Sis daha da yoğunlaştı...
Ne dersin? Yoksa?... Yoksa sabahlar kör mü gerçekten?
Bir sigara daha götürüyorum dudaklarıma. Hay aksi yine beceremedim. Hemen de gözlerim yaşarır burnum akıverir zaten. Beni böyle görsen gülerdin herhalde. Bir nefes çekiyorum ve bir sayfa daha açıyorum geçmişten. İçime doluyorsun sigaramın dumanında.
Anlamadı.
Ya sağır,
Ya da sarhoştu adamakıllı
Saat 05:05.
Neden sabahın körü derler? Bir türlü anlamam.
Sabahlar gerçekten kör müdür, acaba?
Hayır.. Kesinlikle hayır... Sabahlar kör değil. İnanmıyorum kör olduğuna.
Böylesine sisli bir sabah bile kör değil. Biraz ötesi görülmüyor. Oysa, buradan tepeleri görürdüm. Gri dağlara inen beyaz bulutları seyrederdim.
Şimdi düşünüyorum da sabahlar kesinlikle kör değil ama mutlaka sağır. Eğer sağır olmasaydı, sessiz çığlıklarımı duyardı.
Belki de sabahlar topaldır. Yoksa sırtlayıp seni bana getirmezler miydi?
Bulutlar iyice burnumun dibine yaklaştılar. Şimdi ellerin üşüyor mu acaba?
Şu gerçek ki; “sabahın körü” çok aptalca bir laf. Sabah sağır deseler inanacağım.
Ucuna beyaz bir gül iliştirdiğin notun geliyor aklıma seni düşlüyorum. ‘Dalmaçyalı geceliğini giymişsin. Ne güzel uyuyorsun kör sabaha inat. Kim bilir? Belki beni görüyorsun rüyanda. Saçlarından, yüzüme batan klipslerin düşmemiş. Yorganın burnuna kadar kapatmış üzerini. Batıdaki pencerede sisler arasından süzülen sabahın o fersiz ışıkları aydınlatıyor yüzünü. Dudakların hafice açık. Yıllar öncesinden gönderdiğim bir öpücüğün izi duruyor. İki kaşının arasındaki çizgi biraz derinleşmiş gibi öpüyorum, uyanmıyorsun.’
Sis daha da yoğunlaştı...
Ne dersin? Yoksa?... Yoksa sabahlar kör mü gerçekten?
Bir sigara daha götürüyorum dudaklarıma. Hay aksi yine beceremedim. Hemen de gözlerim yaşarır burnum akıverir zaten. Beni böyle görsen gülerdin herhalde. Bir nefes çekiyorum ve bir sayfa daha açıyorum geçmişten. İçime doluyorsun sigaramın dumanında.
14 EYLÜL 19XX
Saat zamanı unutmuştu.
Saat tuttum. Tüm saatler utandı
Saat kaç mı? Bilmiyorum.
İlkin Balkanlardan gelen soğuk havayı çekiyorum ciğerlerime. Bir telaş, bir koşturmaca. Acelem neyse bilmiyorum. Bu saatlerde, sen uyuyor olmalısın. Baygın gözlerin umarsız rüyalara kapalı.
Sana “günaydınım” demeyi bekliyorum. Tıpkı sabahları sıcak bir çaya ya da kuru bir simide merhaba der gibi.
Sana “günaydınım” demeyi bekliyorum. Tıpkı uğurladığım her gün batışının ardından özlediğim gibi.
Saat kaç mı? Bilmiyorum.
Uykusuz gecenin birinde; damarlarımda dolaşıyorsun. Her nabzımın atışında; yüreğime bir girip bir çıkıyorsun. Şekerim yükseliyor. Büyük dolaşım uzun sürüyor. Seni özlüyorum. Küçük dolaşımda daha sık uğruyorsun.
Sen gelmeden önce; yüreğim sana beş var. Sen gittikten sonra; yüreğim seni beş geçiyor. Seninle her şeyi beşe bölüp beşle çarpıyorum. Neden mi? Bilmiyorum.
Sen gideli beş dakika mı? Beş gün mü? Beş mevsim mi oldu? Saat tutuyorum. Saatler utanıyor. Unutmuşlar zamanı.
Beş adım ötede taze ekmek kokuları.
Aklıma düşüyorsun. Neden mi?
Bilmiyorum.
Gece kuşları son serenadını tamamlıyor. Ağustos böcekleri, ırmak kurbağaları ile düete başladı. Tan yeri, tam yerinden doğacak, bekliyorum. Saate bakıyorum. Saatler zamanı unutmuş anlaşılan. Sen de beni…
Saat tuttum. Tüm saatler utandı
Saat kaç mı? Bilmiyorum.
İlkin Balkanlardan gelen soğuk havayı çekiyorum ciğerlerime. Bir telaş, bir koşturmaca. Acelem neyse bilmiyorum. Bu saatlerde, sen uyuyor olmalısın. Baygın gözlerin umarsız rüyalara kapalı.
Sana “günaydınım” demeyi bekliyorum. Tıpkı sabahları sıcak bir çaya ya da kuru bir simide merhaba der gibi.
Sana “günaydınım” demeyi bekliyorum. Tıpkı uğurladığım her gün batışının ardından özlediğim gibi.
Saat kaç mı? Bilmiyorum.
Uykusuz gecenin birinde; damarlarımda dolaşıyorsun. Her nabzımın atışında; yüreğime bir girip bir çıkıyorsun. Şekerim yükseliyor. Büyük dolaşım uzun sürüyor. Seni özlüyorum. Küçük dolaşımda daha sık uğruyorsun.
Sen gelmeden önce; yüreğim sana beş var. Sen gittikten sonra; yüreğim seni beş geçiyor. Seninle her şeyi beşe bölüp beşle çarpıyorum. Neden mi? Bilmiyorum.
Sen gideli beş dakika mı? Beş gün mü? Beş mevsim mi oldu? Saat tutuyorum. Saatler utanıyor. Unutmuşlar zamanı.
Beş adım ötede taze ekmek kokuları.
Aklıma düşüyorsun. Neden mi?
Bilmiyorum.
Gece kuşları son serenadını tamamlıyor. Ağustos böcekleri, ırmak kurbağaları ile düete başladı. Tan yeri, tam yerinden doğacak, bekliyorum. Saate bakıyorum. Saatler zamanı unutmuş anlaşılan. Sen de beni…
30 AĞUSTOS 19XX
Gül mevsimi hiç bitmezmiş gibi gelmişti.
Bitti...
Güller açtığı zaman gel demiştim. Şimdi hiç gitme diyorum. Hiç gitme!
Hiç gelmedin ki...
Hırçın bir dalganın köpüğü gibi patlayıp yok oluyorsun, apansız... Akşam serinliğinden ürpermiş bir rüzgar akasya çiçeklerini sürüklüyor. Yabancı sesler dolduruyor avluyu, gelişini düşlüyorum.
Bir gelip, bir gidiyorsun göz bebeklerimde. Kimi kez göz yaşı olup düşüyorsun. Tutamıyorum.
Alışamıyorum sensizliğe... Tıpkı... tıpkı... seninleliğe doyamadığım gibi.
Tam sen giriyorsun varsayımlarımdan içeri. Birden bir ay ışığı kamaştırıyor gözlerimi. Ateş böcekleri uçuyor önümüzden. Camların buğusuna gizlediğim buseler kuruyor. Saçlarımı at kuyruk yapıyorsun, sıkıca sarılıyorum. Gözlerim kapayıp zamanı söndürmek istiyorum gözlerinde. Zaman yürüyor. Yetişemiyorum. Her şey yarım kalıyor. Düşlerim bile…
Sanki yıllar öncesinden kalmış gibi sesin. Eski bir şarap gibi buruk dudakların dudaklarıma değdikçe daha da büyüyor sarhoşluğum.
Tarlaları yeniden sürülmüş bizim köyün. Somali’yi bombalamışlar. Rusya’da prestroyka. Berlin duvarı yıkılmış. Otabanda üç yaralı. Jandarma operasyonları iki sütuna manşet...
Bana ne...
Orta Karadeniz’de yağmur, Trakya’ da çöl sıcakları varmış. Bana ne...
Eller, güler oynarlarmış Ve sevgililer el ele gezerlermiş yağmurda.
Bana ne!
Komşu bahçede bir acem borusu, çam ağacına sarılmış; genel ahlaka mugayir. Akasya kuruları kar gibi kaplamış Bahçeli’nin bahçesiz sokaklarını.
Bana ne!
Bugün ayın ilk haftası imiş, bankada emekli kuyrukları... Petrol zammı, işçi grevi ve günlerden Çarşamba ya da ayların sekizincisi... Ben akşamcı kahvelerinde seni ıskalarmışım.
Sana ne!
Bir ud taksimi, hicaz faslından hafifçe geçiyor. İki notada bir sana uğruyor. Ben “es”lerde takılıyorum. Seni “nakarat” bellemişim. Kemanlar son perdeden eski bir Macar havası çalıyor. İçimdeki şarkıların hepsi sana akortlu.
Hadi koy Dede Efendi’yi. Masamızda iki kadeh. Sigarının iyisini alamıyorum. İçkinin ucuzunda sensizlik...
Yine utanmadan küfrediyorum sensizliğe ana avrat. Meyhanecinin yüzü kızarıyor. Masamız da iki kadeh var. Biri senin. Seni sevmiyorum.
Senin ananın...
Anan güzel kadındı be... Hani fotoğrafını göstermiştin…
Senin ananın…
...........
Şimdi bırak Macar rapsodili muhabbetleri.
Tut ki! Hiç doğmamışsın.
Ve hiç bahar gelmemiş bizim kente.
Çamlıbel’de kar sularına bırakmamışız yarım kalan şişemizi. Tut ki hiç bahar gelmemiş.
Sana gelincik çiçekleriyle merhaba dememişim. Kirazdan küpe yapmamışım. Söğüt dalından düdük de...
Tut ki, sen hiç gelmemişsin. Tut ki hiç seni uğurlamamışım. Tut ki hiç çağırmamışsın beni ve hiç gelmemişim.
Sümela manastırında sisten kaybolmamış gökyüzümüz. Dünyayı seyretmemişiz ya da İshak Paşa sarayının taş avlularında sevişmemişiz kartal kanatlarında.
Tut ki hiç paylaşmamışız aşımızı ve aynı kadehten yudumlamamışız kaderimizi.
Tut ki, hiç tren kalkmamış bizim kentten ve karanlık tünellerde bırakmamışız sevdamızı… Hiç deniz görmemişim ve ben hiçbir limanda seni beklememişim.
Tut ki, hiç güller açmamış ve sen hiç gelmemişsin. Sonra yüreğimi otobüs duraklarında bırakıp geri dönmemişim.
Tut ki hiç yazmamışsın sevdanı. Camlar arkasından bakıp ağlamamışsın. Tut ki yeniden sürülmemiş tarlalar dün.
Tut ki liseli aşıklar gibi kapında beklememişim günlerce. Kırık telli bir gitarla besteler yapmamışım yaşanmışlıklarımıza…
Söyler misin; yaşamaya değer miydi bu dünya?
Tut ki bugün hiç olmamış.
Yarın olmayacak mıydı sanki?
Bitti...
Güller açtığı zaman gel demiştim. Şimdi hiç gitme diyorum. Hiç gitme!
Hiç gelmedin ki...
Hırçın bir dalganın köpüğü gibi patlayıp yok oluyorsun, apansız... Akşam serinliğinden ürpermiş bir rüzgar akasya çiçeklerini sürüklüyor. Yabancı sesler dolduruyor avluyu, gelişini düşlüyorum.
Bir gelip, bir gidiyorsun göz bebeklerimde. Kimi kez göz yaşı olup düşüyorsun. Tutamıyorum.
Alışamıyorum sensizliğe... Tıpkı... tıpkı... seninleliğe doyamadığım gibi.
Tam sen giriyorsun varsayımlarımdan içeri. Birden bir ay ışığı kamaştırıyor gözlerimi. Ateş böcekleri uçuyor önümüzden. Camların buğusuna gizlediğim buseler kuruyor. Saçlarımı at kuyruk yapıyorsun, sıkıca sarılıyorum. Gözlerim kapayıp zamanı söndürmek istiyorum gözlerinde. Zaman yürüyor. Yetişemiyorum. Her şey yarım kalıyor. Düşlerim bile…
Sanki yıllar öncesinden kalmış gibi sesin. Eski bir şarap gibi buruk dudakların dudaklarıma değdikçe daha da büyüyor sarhoşluğum.
Tarlaları yeniden sürülmüş bizim köyün. Somali’yi bombalamışlar. Rusya’da prestroyka. Berlin duvarı yıkılmış. Otabanda üç yaralı. Jandarma operasyonları iki sütuna manşet...
Bana ne...
Orta Karadeniz’de yağmur, Trakya’ da çöl sıcakları varmış. Bana ne...
Eller, güler oynarlarmış Ve sevgililer el ele gezerlermiş yağmurda.
Bana ne!
Komşu bahçede bir acem borusu, çam ağacına sarılmış; genel ahlaka mugayir. Akasya kuruları kar gibi kaplamış Bahçeli’nin bahçesiz sokaklarını.
Bana ne!
Bugün ayın ilk haftası imiş, bankada emekli kuyrukları... Petrol zammı, işçi grevi ve günlerden Çarşamba ya da ayların sekizincisi... Ben akşamcı kahvelerinde seni ıskalarmışım.
Sana ne!
Bir ud taksimi, hicaz faslından hafifçe geçiyor. İki notada bir sana uğruyor. Ben “es”lerde takılıyorum. Seni “nakarat” bellemişim. Kemanlar son perdeden eski bir Macar havası çalıyor. İçimdeki şarkıların hepsi sana akortlu.
Hadi koy Dede Efendi’yi. Masamızda iki kadeh. Sigarının iyisini alamıyorum. İçkinin ucuzunda sensizlik...
Yine utanmadan küfrediyorum sensizliğe ana avrat. Meyhanecinin yüzü kızarıyor. Masamız da iki kadeh var. Biri senin. Seni sevmiyorum.
Senin ananın...
Anan güzel kadındı be... Hani fotoğrafını göstermiştin…
Senin ananın…
...........
Şimdi bırak Macar rapsodili muhabbetleri.
Tut ki! Hiç doğmamışsın.
Ve hiç bahar gelmemiş bizim kente.
Çamlıbel’de kar sularına bırakmamışız yarım kalan şişemizi. Tut ki hiç bahar gelmemiş.
Sana gelincik çiçekleriyle merhaba dememişim. Kirazdan küpe yapmamışım. Söğüt dalından düdük de...
Tut ki, sen hiç gelmemişsin. Tut ki hiç seni uğurlamamışım. Tut ki hiç çağırmamışsın beni ve hiç gelmemişim.
Sümela manastırında sisten kaybolmamış gökyüzümüz. Dünyayı seyretmemişiz ya da İshak Paşa sarayının taş avlularında sevişmemişiz kartal kanatlarında.
Tut ki hiç paylaşmamışız aşımızı ve aynı kadehten yudumlamamışız kaderimizi.
Tut ki, hiç tren kalkmamış bizim kentten ve karanlık tünellerde bırakmamışız sevdamızı… Hiç deniz görmemişim ve ben hiçbir limanda seni beklememişim.
Tut ki, hiç güller açmamış ve sen hiç gelmemişsin. Sonra yüreğimi otobüs duraklarında bırakıp geri dönmemişim.
Tut ki hiç yazmamışsın sevdanı. Camlar arkasından bakıp ağlamamışsın. Tut ki yeniden sürülmemiş tarlalar dün.
Tut ki liseli aşıklar gibi kapında beklememişim günlerce. Kırık telli bir gitarla besteler yapmamışım yaşanmışlıklarımıza…
Söyler misin; yaşamaya değer miydi bu dünya?
Tut ki bugün hiç olmamış.
Yarın olmayacak mıydı sanki?
5 AĞUSTOS 19XX
Dün, bütün gün -senin için- yazmıştım.
Bugün; bir değişiklik olsun diye,
sana yazmak istedim..
Sana, “ serseriyim” demiştim. İnanmamıştın. Öfkelenince dalgalar gibi köpürürüm. Hep kendimi severim. Bencilim. Lanetler haykırırım kendimce. Kendimce ağlar, kendimce gülerim. Küfrederim; bugüne, yarına ve öbürsü güne...
Sana küfretmem.
Dün, çılgın bir tayfundan sonraki sessizlik gibiydin düşlerimde. Gözlerin uzaklarda bir noktaya kilitlenmişti. Heykel gibi kaskatıydı bedenin. Saçlarından tutup, bilinçsizce sallıyordum. Yanıtsızdın.
Uzak yamaçlardan yankılanan bir seda gibi yüzüme çarpıyordu öfkem. Bir kez konuşsaydın ya, birazcık gülümseseydin ya.. Yetecekti.
Sen alıp başını gittin.
Gelmeyeceğini bildiğim için küfrettim.
Sonra, sensiz olan her şeye küfrettim. Başakların sarardığını gördüğümde de, küfrettim. Bağ bozumu yaklaşıyordu. Ben de gideceğim artık.
O çok sevdiğim mor tepeleri belki birkaç ay sonra bırakıp gideceğim. Sana ilk rastladığım yeri ve diğerlerini. Yalnızca anılarımızı götüreceğim buradan giderken.
Birkaç ıslak dokunuş ve duvarlara kazıdığım, alfabenin altıncı harfinin izi kalacak geride. Günbatısına gideceğim.
İyi ettim işte…
Bugün, herkese küfrettim. Kasap Mehmet’e, Manav Bahri’ye, Balıkçı Cekko’ya, Meyhaneci İdris’e. Anana, avradına…
Sana küfretmedim.
Sıcacık gülümsemeni koyup cebime günbatısına gideceğim.
Belki yine sizin kente gelirim. Adımlarımı sıklaştırırım evinize yaklaşırken. Mefo Cemal, beni görünce sırıtır.
Ben yürüdükçe sokağınız uzar. Ben yürüdükçe eviniz yürür. Ben yürüdükçe zaman durur. Ben bozuk azımla küfrederim.
Sen gülümsersin.
Biliyorum yine oynuyorsun benimle. Hep Oyunlarımız geliyor aklıma.
Çocuk muyduk? Bilmiyorum ama çocuksu oyunlar oynardık nedense. Sen küser giderdin. Ben seni beklerdim.
Hep böylesi akşam üstülerinde aceleci kaçamaklarımızla ıslandı dudaklarımız. Bir parça sise sığdırdık gizemlerimizi. Akşamın karanlığını basardık bağrımıza.
Üşüdüğüm zaman avuçlarında ısıtırdım ellerini. Dinsiz sanırdın sen beni ama perşembe akşamları dualar ederdim. Bir kızımız olsaydı sana benzerdi besbelli yüreği. Yüreğin olanca yufkaydı. Gözyaşlarını içine akıtır belli etmezdin.
Bütün kanatlarımızı teker teker kırdılar. Tüm yolları kestiler. Dağlara kaçtık. Yaban çalılarına takıldı yüreğimiz. Çocuksu düşlerde kaldı oyunlarımız.
Oyunlarımız geliyor aklıma: Çelik çomak ve kör ebe.. Birazcık saklambaç. Sonra, köşe kapmaca...
Hadi! “evcilik oynayalım”. Yabancı gözlerden sakınmak için kapüşonlarımızı takalım. Çadır yapalım alfabe süslü yorganımızla. Belki de, bir dahaki yaz yine erik çalarız yabancı bahçelerden.
Hadi! Evcilik oynayalım.
Neyimizeydi? Ateşle oynamak.
İlk kez elimiz yandı. Sonra dudaklarımız ve bütün bedenimiz yandı.
Ateşle oynamak yasaktı. Umursamadık yasakları. Ne güzel de çadır yapmıştık alfabe süslü yorganımızla..
Evimiz yandı. Daha kötüsü, biz yandık.
Hadi yeniden bozalım bu oyunu. Başa dönmeli zaman.
Güller ilk açtığı zaman gel.
Bugün; bir değişiklik olsun diye,
sana yazmak istedim..
Sana, “ serseriyim” demiştim. İnanmamıştın. Öfkelenince dalgalar gibi köpürürüm. Hep kendimi severim. Bencilim. Lanetler haykırırım kendimce. Kendimce ağlar, kendimce gülerim. Küfrederim; bugüne, yarına ve öbürsü güne...
Sana küfretmem.
Dün, çılgın bir tayfundan sonraki sessizlik gibiydin düşlerimde. Gözlerin uzaklarda bir noktaya kilitlenmişti. Heykel gibi kaskatıydı bedenin. Saçlarından tutup, bilinçsizce sallıyordum. Yanıtsızdın.
Uzak yamaçlardan yankılanan bir seda gibi yüzüme çarpıyordu öfkem. Bir kez konuşsaydın ya, birazcık gülümseseydin ya.. Yetecekti.
Sen alıp başını gittin.
Gelmeyeceğini bildiğim için küfrettim.
Sonra, sensiz olan her şeye küfrettim. Başakların sarardığını gördüğümde de, küfrettim. Bağ bozumu yaklaşıyordu. Ben de gideceğim artık.
O çok sevdiğim mor tepeleri belki birkaç ay sonra bırakıp gideceğim. Sana ilk rastladığım yeri ve diğerlerini. Yalnızca anılarımızı götüreceğim buradan giderken.
Birkaç ıslak dokunuş ve duvarlara kazıdığım, alfabenin altıncı harfinin izi kalacak geride. Günbatısına gideceğim.
İyi ettim işte…
Bugün, herkese küfrettim. Kasap Mehmet’e, Manav Bahri’ye, Balıkçı Cekko’ya, Meyhaneci İdris’e. Anana, avradına…
Sana küfretmedim.
Sıcacık gülümsemeni koyup cebime günbatısına gideceğim.
Belki yine sizin kente gelirim. Adımlarımı sıklaştırırım evinize yaklaşırken. Mefo Cemal, beni görünce sırıtır.
Ben yürüdükçe sokağınız uzar. Ben yürüdükçe eviniz yürür. Ben yürüdükçe zaman durur. Ben bozuk azımla küfrederim.
Sen gülümsersin.
Biliyorum yine oynuyorsun benimle. Hep Oyunlarımız geliyor aklıma.
Çocuk muyduk? Bilmiyorum ama çocuksu oyunlar oynardık nedense. Sen küser giderdin. Ben seni beklerdim.
Hep böylesi akşam üstülerinde aceleci kaçamaklarımızla ıslandı dudaklarımız. Bir parça sise sığdırdık gizemlerimizi. Akşamın karanlığını basardık bağrımıza.
Üşüdüğüm zaman avuçlarında ısıtırdım ellerini. Dinsiz sanırdın sen beni ama perşembe akşamları dualar ederdim. Bir kızımız olsaydı sana benzerdi besbelli yüreği. Yüreğin olanca yufkaydı. Gözyaşlarını içine akıtır belli etmezdin.
Bütün kanatlarımızı teker teker kırdılar. Tüm yolları kestiler. Dağlara kaçtık. Yaban çalılarına takıldı yüreğimiz. Çocuksu düşlerde kaldı oyunlarımız.
Oyunlarımız geliyor aklıma: Çelik çomak ve kör ebe.. Birazcık saklambaç. Sonra, köşe kapmaca...
Hadi! “evcilik oynayalım”. Yabancı gözlerden sakınmak için kapüşonlarımızı takalım. Çadır yapalım alfabe süslü yorganımızla. Belki de, bir dahaki yaz yine erik çalarız yabancı bahçelerden.
Hadi! Evcilik oynayalım.
Neyimizeydi? Ateşle oynamak.
İlk kez elimiz yandı. Sonra dudaklarımız ve bütün bedenimiz yandı.
Ateşle oynamak yasaktı. Umursamadık yasakları. Ne güzel de çadır yapmıştık alfabe süslü yorganımızla..
Evimiz yandı. Daha kötüsü, biz yandık.
Hadi yeniden bozalım bu oyunu. Başa dönmeli zaman.
Güller ilk açtığı zaman gel.
1 AĞUSTOS 19XX
İlk mektubun bugün geldi.
İlk mektubun; son mektubundu.
Hiç okumadım.
Sanırım, güneş çiçeklerini anlatıyordun.
Güneş çiçekleri senin gittiğin gün solmuşlardı.
Geçen gün fark ettim. Güneş çiçekleri hep güneye dönmüştü. Yolunu gözlüyorlardı.
Biliyorum, şimdi sen Akdeniz’desin. Ak bir dalganın kucağında güneş kadar sıcak sarılışların. Akdeniz kadar tuzlu dudaklarınla anason kokulu akşamlara söndürüyorsun sigaranı.
Sakın seni özlediğimi sanma. Dedim ya, güneş çiçeklerini görünce hatırladım seni. Dönmeselerdi, beklemeselerdi… Aklıma bile gelmezdin.
Zaten, ben seni hep aldattım. Ben ilk kez seni Akdeniz’de aldattım. Yağmur mevsimi değil, yangın mevsimiydi. Güneşin kızıla boyadığı bir akşamda; ak benizli, kızıl saçlı, toprak kokulu kadınlarla aldattım.
Akdeniz’i her düşlediğimde, tekrar aldatıyorum seni.
Öylesine çılgınca yaşıyorum ki sensizliği. Her gece adını bilmeğim bir kadınla başlıyoruz akşamlara. Portakal ağaçlarının gölgesinde yorgun düşüyor bedenlerimiz. Turkuvaz çinili meyhanede alaturka içip, Allahına kadar sarhoş sevişiyoruz.
Sonra, Karadeniz’de aldatıyorum. Beyaz martıların meraklı bakışlarından uzak, Karayele karışıyor çığlıklarımız. Bir balıkçı takasında, kemence tellerinde titriyor nefesimiz.
Ege’de ya da başka bir uzak denizde aldatıyorum. Her defasında başka kadınların koynunda. Rakı kadehi üstünde sirtaki yapıyoruz ve binlerce tabak kırıyorum kıvrak Grek şarkılarıyla.
Biliyor musun? Hiç güneş çiçekleri görmedim buralarda.
Nasıl oluyor? Nasıl oluyor da? Birden, güneş çiçekleri geliyor aklıma. Bütün sevdiğim kadınlar sen oluyorsun.
İlk mektubun; son mektubundu.
Hiç okumadım.
Sanırım, güneş çiçeklerini anlatıyordun.
Güneş çiçekleri senin gittiğin gün solmuşlardı.
Geçen gün fark ettim. Güneş çiçekleri hep güneye dönmüştü. Yolunu gözlüyorlardı.
Biliyorum, şimdi sen Akdeniz’desin. Ak bir dalganın kucağında güneş kadar sıcak sarılışların. Akdeniz kadar tuzlu dudaklarınla anason kokulu akşamlara söndürüyorsun sigaranı.
Sakın seni özlediğimi sanma. Dedim ya, güneş çiçeklerini görünce hatırladım seni. Dönmeselerdi, beklemeselerdi… Aklıma bile gelmezdin.
Zaten, ben seni hep aldattım. Ben ilk kez seni Akdeniz’de aldattım. Yağmur mevsimi değil, yangın mevsimiydi. Güneşin kızıla boyadığı bir akşamda; ak benizli, kızıl saçlı, toprak kokulu kadınlarla aldattım.
Akdeniz’i her düşlediğimde, tekrar aldatıyorum seni.
Öylesine çılgınca yaşıyorum ki sensizliği. Her gece adını bilmeğim bir kadınla başlıyoruz akşamlara. Portakal ağaçlarının gölgesinde yorgun düşüyor bedenlerimiz. Turkuvaz çinili meyhanede alaturka içip, Allahına kadar sarhoş sevişiyoruz.
Sonra, Karadeniz’de aldatıyorum. Beyaz martıların meraklı bakışlarından uzak, Karayele karışıyor çığlıklarımız. Bir balıkçı takasında, kemence tellerinde titriyor nefesimiz.
Ege’de ya da başka bir uzak denizde aldatıyorum. Her defasında başka kadınların koynunda. Rakı kadehi üstünde sirtaki yapıyoruz ve binlerce tabak kırıyorum kıvrak Grek şarkılarıyla.
Biliyor musun? Hiç güneş çiçekleri görmedim buralarda.
Nasıl oluyor? Nasıl oluyor da? Birden, güneş çiçekleri geliyor aklıma. Bütün sevdiğim kadınlar sen oluyorsun.
29 TEMMUZ 19XX
Dün sen vardın..
Bugün, sensizliğin var.
Öyleyse sen hep varsın ya..
Dün Ay, öylesine büyüktü ki... “Şimdi senin pencerenden görünüyordur” diye düşündüm. Sen de öyle düşünüyor olmalısın bu saatlerde.
Dün Ay, o kadar büyüktü ki... Özlemin yanında küçücük kaldı.
Başkentte bir buruk yürüdüm kaldırımları. Cebeci’de sakız satıyordu kolsuz adam. Ayağını bastığın caddeleri bağrıma basmak geldi içimden. İğneada’dan iğneburnu’na kadar seni aradım. Ürgüp’te üzüm bağlarında filizlendi umutlarım. Rüyalarım bölündü Ihlara’da ve sana uzandı özlemim.
Kara geceler, kara umutlar gibi çöktü karanlığa. Ağustos böceklerin çığlıklarıyla uyandım sabahları. Sabahlar kirli bir karabasandı sensiz. Sabahları kirli beyazdı.
Sabahlar senden uzaklaşan trenin özlem dolu katarlarıyla girdi yüreğimin tünellerine. Kara haber gelecekmiş gibi.
Haberini alamadım.
...........
Orada, bir yerlerde olmalıydın, binlerce baktım. Gözlerim delininceye kadar. Oysa, hemen orada, yüreğimdeydin. Yüreğime dokundum. Birden sen yürürlüğe girdin. Sen yürürlüğe girer girmez; gecenin tılsımı başladı.
Baharın başladığı yerden yeniden doğdun. Mayıs oldun; çiçek açtın. Haziran oldun, ısıttın. Temmuz oldun, delicesine yaktın.
Hadi!.. Eylül ol... Hadi Eylül ol!...
Biliyorum, sen en güzeli olurdun Eylül’lerin. Durma, yaprak ol. sarı ol ...ama mutlaka.. ama mutlaka Eylül ol... Başak burcunda doğsaydın. On dördü olurdun Eylül’ün.
Hadi...! yeter ki baharlardan biri ol..
Bugün, sensizliğin var.
Öyleyse sen hep varsın ya..
Dün Ay, öylesine büyüktü ki... “Şimdi senin pencerenden görünüyordur” diye düşündüm. Sen de öyle düşünüyor olmalısın bu saatlerde.
Dün Ay, o kadar büyüktü ki... Özlemin yanında küçücük kaldı.
Başkentte bir buruk yürüdüm kaldırımları. Cebeci’de sakız satıyordu kolsuz adam. Ayağını bastığın caddeleri bağrıma basmak geldi içimden. İğneada’dan iğneburnu’na kadar seni aradım. Ürgüp’te üzüm bağlarında filizlendi umutlarım. Rüyalarım bölündü Ihlara’da ve sana uzandı özlemim.
Kara geceler, kara umutlar gibi çöktü karanlığa. Ağustos böceklerin çığlıklarıyla uyandım sabahları. Sabahlar kirli bir karabasandı sensiz. Sabahları kirli beyazdı.
Sabahlar senden uzaklaşan trenin özlem dolu katarlarıyla girdi yüreğimin tünellerine. Kara haber gelecekmiş gibi.
Haberini alamadım.
...........
Orada, bir yerlerde olmalıydın, binlerce baktım. Gözlerim delininceye kadar. Oysa, hemen orada, yüreğimdeydin. Yüreğime dokundum. Birden sen yürürlüğe girdin. Sen yürürlüğe girer girmez; gecenin tılsımı başladı.
Baharın başladığı yerden yeniden doğdun. Mayıs oldun; çiçek açtın. Haziran oldun, ısıttın. Temmuz oldun, delicesine yaktın.
Hadi!.. Eylül ol... Hadi Eylül ol!...
Biliyorum, sen en güzeli olurdun Eylül’lerin. Durma, yaprak ol. sarı ol ...ama mutlaka.. ama mutlaka Eylül ol... Başak burcunda doğsaydın. On dördü olurdun Eylül’ün.
Hadi...! yeter ki baharlardan biri ol..
5 TEMMUZ 19XX
Bulutlar ağladı.
çiçekler ağladı.
yapraklar ağladı..
sonra..
sonra, ben ağladım.
Dönüşüne gebe sabahlarda seninle açıyorum gözlerimi ve sensiz akşam üstülerin hüznü ile dönüyorum.
Bir an, yanımda yürüyorsun. Çiçekçi kadının sattığı lavantalarda sen kokuyorsun. Nazarlık dolu bileklerin. Ben göz değecek diye korkuyorum.
Sen olmasaydın yalnızlık labirentinin daha ilk çıkmazında kaybolurdum. Körebe oynayan çocuklar gibi seni arıyorum. Adımlarımı sıklaştırıyorum. Dışarıda ılık bir yaz yağmuru, ekinler diz boyunu geçip sarardı.
Tam dokunuyorum. Kayboluyorsun. Şimdi neredesin bilmiyorum. Toprak kahvesi gözlerinde kaybolduğum dün, böylesine yavaş mı akıyordu zaman? Ayak seslerini duyuyorum. Gelmiyorsun.
Hadi! essene rüzgar. Hadi! yağsana yağmur. Hadi! açılsana kapı...
Seni, tüm yarınlarda arıyorum. Temmuz’lardan veya Ağustos’lardan bahsetmeyi sevmiyorum. Özlemlerden konuşmayı sevmediğim kadar.
Kader bu ya! Ne yoluma çıkıyorsun, ne falıma...
Ülkedeki tüm saatleri durdurmak vardı... Haydarpaşa’dan kalkan ilk trende delicesine sevişmek, kaybolmakta tünellerin en uzununda ve karanlığa karışmak vardı. Seninle yeniden yeni bir zamana başlamak vardı.
Guguklu saatim durdu. Saatler durmadı...
“Hadi gel” diyorum.
Gelmiyorsun...
Guguk kuşu kadar nankörsün.
Taş basıyorum bağrıma. Şarkılarla avunuyorum.
Eskiden Taş plaktan çalardı şarkılar. Taş plaklar taşrada, büyük taş avlulu eşrafların evlerinde çalardı. En deli yaşımızdaydık.
Aşüfte serzenişlerinle “Saklambaç oynayalım” der kanıma girerdin. Fazlıoğlu’nun büyük avlusundaki kocaman şarap küplerinin arkasına saklanırdık. Sonra, hep saklandık ömür boyu.
İlk kez o gün tutmuştum ellerini. Avuçların terlemişti. Hiç sobelenmeden öpüşmüştük. Dişlerin çarpmıştı dişlerime. Sonra düşlerim oldun. Sonra sevdam. Sonra her şeyim.
Neden her şey değişti ki sanki; o zamanlar Ergenlik çağındaydık. Yüzlerin sivilceli, ellerin siğil dolardı. Komşudan tuz çalarsan siğilin söner demiştim. Siğilin söndü, sihirim bozuldu...
Sihrimi sen bozdun.
çiçekler ağladı.
yapraklar ağladı..
sonra..
sonra, ben ağladım.
Dönüşüne gebe sabahlarda seninle açıyorum gözlerimi ve sensiz akşam üstülerin hüznü ile dönüyorum.
Bir an, yanımda yürüyorsun. Çiçekçi kadının sattığı lavantalarda sen kokuyorsun. Nazarlık dolu bileklerin. Ben göz değecek diye korkuyorum.
Sen olmasaydın yalnızlık labirentinin daha ilk çıkmazında kaybolurdum. Körebe oynayan çocuklar gibi seni arıyorum. Adımlarımı sıklaştırıyorum. Dışarıda ılık bir yaz yağmuru, ekinler diz boyunu geçip sarardı.
Tam dokunuyorum. Kayboluyorsun. Şimdi neredesin bilmiyorum. Toprak kahvesi gözlerinde kaybolduğum dün, böylesine yavaş mı akıyordu zaman? Ayak seslerini duyuyorum. Gelmiyorsun.
Hadi! essene rüzgar. Hadi! yağsana yağmur. Hadi! açılsana kapı...
Seni, tüm yarınlarda arıyorum. Temmuz’lardan veya Ağustos’lardan bahsetmeyi sevmiyorum. Özlemlerden konuşmayı sevmediğim kadar.
Kader bu ya! Ne yoluma çıkıyorsun, ne falıma...
Ülkedeki tüm saatleri durdurmak vardı... Haydarpaşa’dan kalkan ilk trende delicesine sevişmek, kaybolmakta tünellerin en uzununda ve karanlığa karışmak vardı. Seninle yeniden yeni bir zamana başlamak vardı.
Guguklu saatim durdu. Saatler durmadı...
“Hadi gel” diyorum.
Gelmiyorsun...
Guguk kuşu kadar nankörsün.
Taş basıyorum bağrıma. Şarkılarla avunuyorum.
Eskiden Taş plaktan çalardı şarkılar. Taş plaklar taşrada, büyük taş avlulu eşrafların evlerinde çalardı. En deli yaşımızdaydık.
Aşüfte serzenişlerinle “Saklambaç oynayalım” der kanıma girerdin. Fazlıoğlu’nun büyük avlusundaki kocaman şarap küplerinin arkasına saklanırdık. Sonra, hep saklandık ömür boyu.
İlk kez o gün tutmuştum ellerini. Avuçların terlemişti. Hiç sobelenmeden öpüşmüştük. Dişlerin çarpmıştı dişlerime. Sonra düşlerim oldun. Sonra sevdam. Sonra her şeyim.
Neden her şey değişti ki sanki; o zamanlar Ergenlik çağındaydık. Yüzlerin sivilceli, ellerin siğil dolardı. Komşudan tuz çalarsan siğilin söner demiştim. Siğilin söndü, sihirim bozuldu...
Sihrimi sen bozdun.
29 HAZİRAN 19XX
Unutma gece saçlım.
Ne kadar, karanlık olsa da tüneller...
Işığa açılır bir yanları.
Sen yoktun. şarkılar geçti yanı başımdan en sevdalı. Dönüp bakmadım. Çünkü sen şarkıların en güzeliydin ezberlediğim.
Bugün, her şey, öylesine boş ve anlamsız geldi ki.
Gökyüzü bu kadar gri miydi? Dağlar böylesine yakın mıydı? Bu masa, bu pencere ve bu insanlar...
Bugün her şey öylesine anlamsız ki.
Ya sensiz sabahlar bekliyor kapıda. Ya da öksüz bitiyor akşamlar.
Biliyorum birazdan en buruk el sallayışlarınla ayrılacaksın düşlerimden. Zaman kaplumbağa sırtında yol alırken sensiz; ayak izlerin kaybolacak kum saatinin fırtınasında.
..artık, ne sana yazacak, ne de sensizliğe dayanmaya çalışacağım. Sanki yarın gelecekmişsin gibi gözlerim kapıda asılı kalacak.
Ne zaman deniz koksa; senin kokun sinecek üzerime.
Ne zaman bir imbat çıksa; saçların savrulacak yanı başımda. Kuzeyli rüzgarları saklayacağım koynumda.
Ne zaman akşam olsa; seni bekleyeceğim. Her vapur düdüğünde; anılarım olacaksın. Her çiçekte yeniden açacaksın doyumsuzcasına. Her ayak sesinde; seni geldin diye koşacağım kapılara.
Ne zaman yaban gülleri açsa, Uğur böceklerine soracağım gelişini. Papatya yapraklarından günleri koparacağım ve bakla falında çingene kadınlara soracağım. Rimellerin sürülecek sağıma soluma. Silmeyeceğim. Kara yazı gibi duracak mintanımda. Terim teninde soğuyacak. Kimsenin bilmediği masallarda yaşayacağız korkusuzca.
Seni ardışık sabahlarda bekleyeceğim... gecenin en koyunsunda çoban yıldızı gibi aydınlatacaksın karanlığımı. Eğer beni düşünürsen; unutma ki... ben hemen yanı başındayım.
Ne kadar, karanlık olsa da tüneller...
Işığa açılır bir yanları.
Sen yoktun. şarkılar geçti yanı başımdan en sevdalı. Dönüp bakmadım. Çünkü sen şarkıların en güzeliydin ezberlediğim.
Bugün, her şey, öylesine boş ve anlamsız geldi ki.
Gökyüzü bu kadar gri miydi? Dağlar böylesine yakın mıydı? Bu masa, bu pencere ve bu insanlar...
Bugün her şey öylesine anlamsız ki.
Ya sensiz sabahlar bekliyor kapıda. Ya da öksüz bitiyor akşamlar.
Biliyorum birazdan en buruk el sallayışlarınla ayrılacaksın düşlerimden. Zaman kaplumbağa sırtında yol alırken sensiz; ayak izlerin kaybolacak kum saatinin fırtınasında.
..artık, ne sana yazacak, ne de sensizliğe dayanmaya çalışacağım. Sanki yarın gelecekmişsin gibi gözlerim kapıda asılı kalacak.
Ne zaman deniz koksa; senin kokun sinecek üzerime.
Ne zaman bir imbat çıksa; saçların savrulacak yanı başımda. Kuzeyli rüzgarları saklayacağım koynumda.
Ne zaman akşam olsa; seni bekleyeceğim. Her vapur düdüğünde; anılarım olacaksın. Her çiçekte yeniden açacaksın doyumsuzcasına. Her ayak sesinde; seni geldin diye koşacağım kapılara.
Ne zaman yaban gülleri açsa, Uğur böceklerine soracağım gelişini. Papatya yapraklarından günleri koparacağım ve bakla falında çingene kadınlara soracağım. Rimellerin sürülecek sağıma soluma. Silmeyeceğim. Kara yazı gibi duracak mintanımda. Terim teninde soğuyacak. Kimsenin bilmediği masallarda yaşayacağız korkusuzca.
Seni ardışık sabahlarda bekleyeceğim... gecenin en koyunsunda çoban yıldızı gibi aydınlatacaksın karanlığımı. Eğer beni düşünürsen; unutma ki... ben hemen yanı başındayım.
13 HAZİRAN 19XX
Kondüktörün sesiyle irkiliyorum. Yeni bir istasyona yaklaşmış olmalıyız. Keşke sen giriversen şimdi diye düşünürken kompartımanımın sürgülü kapısını zorluyor lüle lüle saçları beresine sığamamış bir oğlan çocuğu. Sana ördüğüm bere de böyleydi. Ne çok alay konusu olmuştun da bizim çocuklara inat edip çıkarmamıştın.
Son bir hamle daha yapıp giriveriyor içeri. Gözlerime takılıyor gözleri gülümsüyorum. Birden Kocaman oluyor gözbebekleri. Dehşetinin nedeni anlıyorum.
Biraz tedirgin biraz meraklı cesurca bir adım daha atıyor. Elini uzatıp, “ne oldu” diye titrek bir ses çıkıyor minik dudaklarından.
Tam bir şeyler söyleyeceğim. Meraklı ve tedirgin bir sesle kompartımana hiddetle giren bir siluet azarlayarak çekiştiriyor. Minicik eli asılı kalıyor havada ‘baş baş’ yapıyorum. Boncuk boncuk bir iki damla süzülüveriyor gözlerimden defterin satırlarında kayboluyor. Mürekkep gibi dağılıyorsun yüreğime.
Birden bir düdük sesiyle yoğunlaşan ray sesleri ile yeni bir tünele giriyoruz. Kaldığım yerden okumaya başlıyorum satırlarını.
Güneş çaldı kapıyı;
Haziran.
Gün dönümünü geçirdik mi;
Kiraz mevsimi kadar kısa zaman.
Şimdi çiçeklerin raksetme zamanıdır. Sevdalar geçer karşı kaldırımlardan. Akşam sefaları bir açar bir daha açar. Sardunya renkli akşamı seyredemeden batar Alaçatı’nın taş evlerinde güneş. Kınalıada’da, Haydarpaşa’da ya da Burgaz’daki şakayık süslü kaldırımlarda ayak seslerin kalmıştır belki...
Begonvillerin süslediği balıkçı meyhanesinin çatı katına uğrarım ilkin. Belki şaraplarda gizlidir güzelliğin. Tavada midye yapar balıkçı Yaşar. Yaşar koyar ben içerim. Sarhoş olurum. Zincirlerimi çözerim yaşamdan. Tüm aşk dilencilerine inat. Ayları sayarım sensizliğinde. Günleri, dakikaları ve saniyeleri... Başakların sarardığını yazarım sana. Sonra, elma desturunu, harman mevsimini.
Bir gün gelirsen. Bağ bozumu vakti gel.
...ve sonbahar çaldı mı kapıyı... İlk yaprak düşmeden gel. Ben yaz güneşini sevmem bilirsin... İlk yağmurla gel. Güneşin daha doğmadığı bir sabahta ara beni. Ben gündüzleri sevmem bilirsin.
Sana kasımpatıları toplamalıyım. Bir kez daha “Hoşça kal” demeden gitmelisin. Hep yarın gelecekmişsin gibi beklemeliyim ve hep yarın olmalı günler. Üçer beşer yaşamalıyım zamanı. Korkma. “Korkma” diyorsam, korkma gel.
Üçer beşer geçti günler. İşte güneş de çaldı kapıyı; Haziran. Gün dönümünü geçirdik mi; Kiraz mevsimi kadar kısa zaman. Hatırlasana, kiraz mevsimi kadar kısa zaman.
Son bir hamle daha yapıp giriveriyor içeri. Gözlerime takılıyor gözleri gülümsüyorum. Birden Kocaman oluyor gözbebekleri. Dehşetinin nedeni anlıyorum.
Biraz tedirgin biraz meraklı cesurca bir adım daha atıyor. Elini uzatıp, “ne oldu” diye titrek bir ses çıkıyor minik dudaklarından.
Tam bir şeyler söyleyeceğim. Meraklı ve tedirgin bir sesle kompartımana hiddetle giren bir siluet azarlayarak çekiştiriyor. Minicik eli asılı kalıyor havada ‘baş baş’ yapıyorum. Boncuk boncuk bir iki damla süzülüveriyor gözlerimden defterin satırlarında kayboluyor. Mürekkep gibi dağılıyorsun yüreğime.
Birden bir düdük sesiyle yoğunlaşan ray sesleri ile yeni bir tünele giriyoruz. Kaldığım yerden okumaya başlıyorum satırlarını.
Güneş çaldı kapıyı;
Haziran.
Gün dönümünü geçirdik mi;
Kiraz mevsimi kadar kısa zaman.
Şimdi çiçeklerin raksetme zamanıdır. Sevdalar geçer karşı kaldırımlardan. Akşam sefaları bir açar bir daha açar. Sardunya renkli akşamı seyredemeden batar Alaçatı’nın taş evlerinde güneş. Kınalıada’da, Haydarpaşa’da ya da Burgaz’daki şakayık süslü kaldırımlarda ayak seslerin kalmıştır belki...
Begonvillerin süslediği balıkçı meyhanesinin çatı katına uğrarım ilkin. Belki şaraplarda gizlidir güzelliğin. Tavada midye yapar balıkçı Yaşar. Yaşar koyar ben içerim. Sarhoş olurum. Zincirlerimi çözerim yaşamdan. Tüm aşk dilencilerine inat. Ayları sayarım sensizliğinde. Günleri, dakikaları ve saniyeleri... Başakların sarardığını yazarım sana. Sonra, elma desturunu, harman mevsimini.
Bir gün gelirsen. Bağ bozumu vakti gel.
...ve sonbahar çaldı mı kapıyı... İlk yaprak düşmeden gel. Ben yaz güneşini sevmem bilirsin... İlk yağmurla gel. Güneşin daha doğmadığı bir sabahta ara beni. Ben gündüzleri sevmem bilirsin.
Sana kasımpatıları toplamalıyım. Bir kez daha “Hoşça kal” demeden gitmelisin. Hep yarın gelecekmişsin gibi beklemeliyim ve hep yarın olmalı günler. Üçer beşer yaşamalıyım zamanı. Korkma. “Korkma” diyorsam, korkma gel.
Üçer beşer geçti günler. İşte güneş de çaldı kapıyı; Haziran. Gün dönümünü geçirdik mi; Kiraz mevsimi kadar kısa zaman. Hatırlasana, kiraz mevsimi kadar kısa zaman.
29 MAYIS 19XX
Artık, sevdadan bahsetme zamanıdır.
Sevdan kara da olsa...
Artık, hasrete hüzünü katık edip dayanma zamanıdır.
“Dayandığın dağlara kar da yağsa”
Hüzünden ve hasretten, gözyaşları ve mutsuzluğun kısır döngüsünden söz etmenin geride kaldığını düşünüyorum. Şimdi yeni açmış çiçeklere konmuş kelebeklerin renkleriyle bezenmiş akşamlara uzanan büyülü gecelerden ve aşktan söz etmenin tam zamanı.
Birazdan sesini duyacağım diye avunuyorum. Saat kaç ola ki! Bu kez geç kaldın. Her altmış saniye yıllarca uzun sürüyor seni beklerken. Keşke seninleyken de saniyeleri yıllara bölebilseydim. Hiç bitmeyen şarkılarda söyleseydim seni sevdiğimi, güneşin her doğuşunda merhabanla ısınsaydı yüreğim.
Bugün sana o büyük sırrı açıklıyorum...
Ama söz ver aramızda kalacak. Söz mü? Tamam öyle ise, sıkı dur... Seni seviyorum.
Keşke hiç söylemeseydim sevdamı. Her şey toz duman oldu birden. Kalabalık bir yalnızlıkta baş başa kalmıştık sanki. Seni görmek için yüreğim yerinden kopuyordu. Pırıl pırıl bir aydınlığa düşen gölgeler sarmıştı dört bir yanı. Gölge oldun. Yakalayamadım.
Seni kaybetmek...
Seni kaybetmeyi kabullenmek... Hadi! Kabullen kabullenebilirsen. Mayıs sonuna geldi zaman.
Dayanılmazlığının öylesine acı veriyor ki, dayanılmazlığını dayanılır kılmaya çalışıyorum. Olmuyor.
Sensizliğime düşen iki damla göz yaşı ol.
Ya da can suyum... Çünkü, öylesine çabuk geçiyor ki zaman.
365 gün nedir? Bilir misin? Tam 8760 saat. 525 600 dakikasında 31 536 000 kez ismini sayıklamak. Seni özleyeli daha bir gün oldu. Kaldı 8736 saat.
Bak nasıl da geçiyor zaman.
..........
Ne var ki. Saatin tüm kadranındaki rakamlar sen olmalısın. Tüm şarkılar seni çalmalı. Bütün telefonlar adına kayıtlı olmalı. Tüm otobüslerde seni karşılamalıyım. Sabahlar seninle aydınlanmalı, öğle vakitlerini seninle paylaşmalı ve senle bitmeliyim akşamları.
Şimdi bir tren kalkmıştır akşamın başladığı yerden. Her kompartımanda sen. Şimdi bir tren kalkmıştır. Her istasyonda özlem satar demiryolu çocukları. Her makas değişiminde sonu gelmez tünellerde kaybolur bekleyişlerim.
Acı düdüklerinden korkar yol üstündeki göçmen kuşlar. Sen korkarsın. Rayların söylediği şarkıların notalarında gizlenir sevdamız. Son düdüğü ile göçüp gidersin istasyon şefinin. Duman duman özlemin kokar. Sen uzaklaşıp kaybolursun. Sen bana yüreğimden yakın. ve sen gözbebeğim gibi sevdiğim. İlaçlarımı verirsin 21:30’da. Can suyum olursun.
Telgraf direkleri geçer; türkü gibi tellerine kuşlar konmuş. Ağaçlar geçer; dallarında yeşil-kırmızı kiraz. Bir makas daha değişir zamandan. Sarı boyalı istasyonların banklarında kalır sevdam.
Sevdan kara da olsa...
Artık, hasrete hüzünü katık edip dayanma zamanıdır.
“Dayandığın dağlara kar da yağsa”
Hüzünden ve hasretten, gözyaşları ve mutsuzluğun kısır döngüsünden söz etmenin geride kaldığını düşünüyorum. Şimdi yeni açmış çiçeklere konmuş kelebeklerin renkleriyle bezenmiş akşamlara uzanan büyülü gecelerden ve aşktan söz etmenin tam zamanı.
Birazdan sesini duyacağım diye avunuyorum. Saat kaç ola ki! Bu kez geç kaldın. Her altmış saniye yıllarca uzun sürüyor seni beklerken. Keşke seninleyken de saniyeleri yıllara bölebilseydim. Hiç bitmeyen şarkılarda söyleseydim seni sevdiğimi, güneşin her doğuşunda merhabanla ısınsaydı yüreğim.
Bugün sana o büyük sırrı açıklıyorum...
Ama söz ver aramızda kalacak. Söz mü? Tamam öyle ise, sıkı dur... Seni seviyorum.
Keşke hiç söylemeseydim sevdamı. Her şey toz duman oldu birden. Kalabalık bir yalnızlıkta baş başa kalmıştık sanki. Seni görmek için yüreğim yerinden kopuyordu. Pırıl pırıl bir aydınlığa düşen gölgeler sarmıştı dört bir yanı. Gölge oldun. Yakalayamadım.
Seni kaybetmek...
Seni kaybetmeyi kabullenmek... Hadi! Kabullen kabullenebilirsen. Mayıs sonuna geldi zaman.
Dayanılmazlığının öylesine acı veriyor ki, dayanılmazlığını dayanılır kılmaya çalışıyorum. Olmuyor.
Sensizliğime düşen iki damla göz yaşı ol.
Ya da can suyum... Çünkü, öylesine çabuk geçiyor ki zaman.
365 gün nedir? Bilir misin? Tam 8760 saat. 525 600 dakikasında 31 536 000 kez ismini sayıklamak. Seni özleyeli daha bir gün oldu. Kaldı 8736 saat.
Bak nasıl da geçiyor zaman.
..........
Ne var ki. Saatin tüm kadranındaki rakamlar sen olmalısın. Tüm şarkılar seni çalmalı. Bütün telefonlar adına kayıtlı olmalı. Tüm otobüslerde seni karşılamalıyım. Sabahlar seninle aydınlanmalı, öğle vakitlerini seninle paylaşmalı ve senle bitmeliyim akşamları.
Şimdi bir tren kalkmıştır akşamın başladığı yerden. Her kompartımanda sen. Şimdi bir tren kalkmıştır. Her istasyonda özlem satar demiryolu çocukları. Her makas değişiminde sonu gelmez tünellerde kaybolur bekleyişlerim.
Acı düdüklerinden korkar yol üstündeki göçmen kuşlar. Sen korkarsın. Rayların söylediği şarkıların notalarında gizlenir sevdamız. Son düdüğü ile göçüp gidersin istasyon şefinin. Duman duman özlemin kokar. Sen uzaklaşıp kaybolursun. Sen bana yüreğimden yakın. ve sen gözbebeğim gibi sevdiğim. İlaçlarımı verirsin 21:30’da. Can suyum olursun.
Telgraf direkleri geçer; türkü gibi tellerine kuşlar konmuş. Ağaçlar geçer; dallarında yeşil-kırmızı kiraz. Bir makas daha değişir zamandan. Sarı boyalı istasyonların banklarında kalır sevdam.
28 MAYIS 19XX
Dün akşam...
Kalbim, kaybolduğum karanlığın ortasında beni terk etti.
Yemin olsun.
Artık sana yazmayacağım.
Bilmem ne kadar oldu sana yazmayalı.
...ve güller açtı gülüm. Dudakların kadar pembe güller. Güllerin üzerine yemin olsun, artık sana yazmayacağım.
Güller açtı gülüm... Seni uğurlarken verdiğim ilk gülü düşünüp hüzünlendim.
Güller açtı gülüm. Kırmızı güller. Gün batımındaki öpücüklerin kadar kırmızı.
Güller açtı gülüm. Karşı dağlar kadar mor güller.
...ve bulutlar kadar beyaz güller...
Güllerle gülünmüyor gülüm. Güllerin yapraklarında sabah çisesi. Çaresizliğe küfretmek nafile. Güller kanıyor gülüm.
İçim kanıyor.
İçim yanıyor.
Söyle; gülleri ağlatmasınlar.
Mis kokulu yabani güller, sarmaşık güller, dikenli, dikensiz, sarı, pembe, bütün diğer güller açtı gülüm. Oysa, yalnızca kırmızı güller kanıyor.
Güller kanamasın gülüm.
Güller ağlamasın.
Siz yüreğinde hiç güneş doğmamış köhne kentin zavallı insanları. Küf kokulu nefesinizi üflerken, çok mu mutlandınız? Erişemeyeceğiniz erdemler arkasına sinsice sığınıp, karanlık gözlerinizle gülleri kirletirken çok mu umutlandınız?
...Başardınız. Bakın kargalar öbek öbek yığıldı. Cenaze marşlarıyla dans edebilirsiniz artık. Yüreğimizden söküp çaldığınız gülleri büyütebilir misiniz lanetli bahçenizde? Hiç ulaşamayacağınız yıldızlara küfrederek söndürebilir misiniz onları?
Yağmur yine geç kaldı. Tam mutluluğa bir kala yakalamıştık zamanı. Çıplak heykeller yapmak vardı yağmurdan. Yağmadı.
Yarın sabah olacak gülüm. Yarın sabah olacak. Yarın güller yeniden açacak gülüm. Yarın güller yeniden açacak. Dudakların kadar pembe. Yarın güller açacak gülüm. Gülleri bekle...
Gülümse gülüm, gülümse.
Yarın güller daha güzel olacak.
Kalbim, kaybolduğum karanlığın ortasında beni terk etti.
Yemin olsun.
Artık sana yazmayacağım.
Bilmem ne kadar oldu sana yazmayalı.
...ve güller açtı gülüm. Dudakların kadar pembe güller. Güllerin üzerine yemin olsun, artık sana yazmayacağım.
Güller açtı gülüm... Seni uğurlarken verdiğim ilk gülü düşünüp hüzünlendim.
Güller açtı gülüm. Kırmızı güller. Gün batımındaki öpücüklerin kadar kırmızı.
Güller açtı gülüm. Karşı dağlar kadar mor güller.
...ve bulutlar kadar beyaz güller...
Güllerle gülünmüyor gülüm. Güllerin yapraklarında sabah çisesi. Çaresizliğe küfretmek nafile. Güller kanıyor gülüm.
İçim kanıyor.
İçim yanıyor.
Söyle; gülleri ağlatmasınlar.
Mis kokulu yabani güller, sarmaşık güller, dikenli, dikensiz, sarı, pembe, bütün diğer güller açtı gülüm. Oysa, yalnızca kırmızı güller kanıyor.
Güller kanamasın gülüm.
Güller ağlamasın.
Siz yüreğinde hiç güneş doğmamış köhne kentin zavallı insanları. Küf kokulu nefesinizi üflerken, çok mu mutlandınız? Erişemeyeceğiniz erdemler arkasına sinsice sığınıp, karanlık gözlerinizle gülleri kirletirken çok mu umutlandınız?
...Başardınız. Bakın kargalar öbek öbek yığıldı. Cenaze marşlarıyla dans edebilirsiniz artık. Yüreğimizden söküp çaldığınız gülleri büyütebilir misiniz lanetli bahçenizde? Hiç ulaşamayacağınız yıldızlara küfrederek söndürebilir misiniz onları?
Yağmur yine geç kaldı. Tam mutluluğa bir kala yakalamıştık zamanı. Çıplak heykeller yapmak vardı yağmurdan. Yağmadı.
Yarın sabah olacak gülüm. Yarın sabah olacak. Yarın güller yeniden açacak gülüm. Yarın güller yeniden açacak. Dudakların kadar pembe. Yarın güller açacak gülüm. Gülleri bekle...
Gülümse gülüm, gülümse.
Yarın güller daha güzel olacak.
20 MAYIS 19XX
Bir zamanlar... diye başlardı tüm masallar.
Bir zamanlar, masallarda hep sen vardın.
Yaşanmasalar da;
masallar hep Kaf dağının ardında
“bir zamanlar” diye başlardı.
Sıradan insanların, sıradan bir şehirde, sıradan yaşadığı bir gündü. Böyle sıradan günlerde çığırtkan sesleri gün doğuşunun tılsımını bozar, zerzevatçı feryatları egzost dumanları ile kirlenmiş caddelerde yankılanırdı.
Kaldırım çizgilerine basmadan yürürdüm. Çemberlitaş yurdundan renkli kızlar dökülmüştü duraklara.
Hep ilk gelen otobüse binerdim. Birlik kıraathanesinde çayına tavla oynardık. Her defasında yenilirdim. Dimitri şarapları içerdik Muammerin Yeri’nde. Aksaray’da Civcivin kapandığı günlerdi. Parke giymek modaydı o zamanlar. Ben giymezdim. Alaattin giyerdi. Sen tanımazsın. Teknik üniversitenin serserisiydi Alaattin.
Süleyman şeker yerdi. Ne havlar ne dişini gösterirdi. Bir de Süleyman enişte vardı, rahmetli. Çarşıkapı’da çorap satardı. Paytakça yürürdü sünnetli çocuklar gibi. Süleyman enişte, sıla türküleri söyler, ben seni düşlerdim.
Kenan içkiye yeni başlamıştı. Kıvır kıvır kız gibi uzatırdı saçlarını. Ya kuş Metin. Hatırladın mı? Ne kısa kollu gömlek giyer. Ne de sokakta dondurma yerdi.
Ucuz şarkıcıların acılı ezgileri Karaköy iskelesinde vapur düdüklerine karışırdı. Tam turnikeler kapanırken yetişirdim. Sancak yanına otururduk vapurun. Daha az rüzgar alırdı. Arasında peyniri kaybolmuş sandviçimizi yerdik. Şeyhzadebaşı’ndaki berduş sinemalarında Behçet Nacar kapalı gişe oynardı. Devamlı matine…
Öylesine özlemiştim ki uğur böceklerinin beneklerini saymayı. Bu mevsimde çiçekler bile çiftleşirdi geceleri. Çekirgelerin ayak seslerini duyardık. Otların büyürken söylediği şarkıyı, güneşin tepeden inerken ağaçlara sürtünmesini...
Oysa biz kaçırdık son treni.
Bir zamanlar, masallarda hep sen vardın.
Yaşanmasalar da;
masallar hep Kaf dağının ardında
“bir zamanlar” diye başlardı.
Sıradan insanların, sıradan bir şehirde, sıradan yaşadığı bir gündü. Böyle sıradan günlerde çığırtkan sesleri gün doğuşunun tılsımını bozar, zerzevatçı feryatları egzost dumanları ile kirlenmiş caddelerde yankılanırdı.
Kaldırım çizgilerine basmadan yürürdüm. Çemberlitaş yurdundan renkli kızlar dökülmüştü duraklara.
Hep ilk gelen otobüse binerdim. Birlik kıraathanesinde çayına tavla oynardık. Her defasında yenilirdim. Dimitri şarapları içerdik Muammerin Yeri’nde. Aksaray’da Civcivin kapandığı günlerdi. Parke giymek modaydı o zamanlar. Ben giymezdim. Alaattin giyerdi. Sen tanımazsın. Teknik üniversitenin serserisiydi Alaattin.
Süleyman şeker yerdi. Ne havlar ne dişini gösterirdi. Bir de Süleyman enişte vardı, rahmetli. Çarşıkapı’da çorap satardı. Paytakça yürürdü sünnetli çocuklar gibi. Süleyman enişte, sıla türküleri söyler, ben seni düşlerdim.
Kenan içkiye yeni başlamıştı. Kıvır kıvır kız gibi uzatırdı saçlarını. Ya kuş Metin. Hatırladın mı? Ne kısa kollu gömlek giyer. Ne de sokakta dondurma yerdi.
Ucuz şarkıcıların acılı ezgileri Karaköy iskelesinde vapur düdüklerine karışırdı. Tam turnikeler kapanırken yetişirdim. Sancak yanına otururduk vapurun. Daha az rüzgar alırdı. Arasında peyniri kaybolmuş sandviçimizi yerdik. Şeyhzadebaşı’ndaki berduş sinemalarında Behçet Nacar kapalı gişe oynardı. Devamlı matine…
Öylesine özlemiştim ki uğur böceklerinin beneklerini saymayı. Bu mevsimde çiçekler bile çiftleşirdi geceleri. Çekirgelerin ayak seslerini duyardık. Otların büyürken söylediği şarkıyı, güneşin tepeden inerken ağaçlara sürtünmesini...
Oysa biz kaçırdık son treni.
14 MAYIS 19XX
“Yine o maskeli balodan döndünüz,
Duracak haliniz kalmadı ayakta
Soyunup dökündünüz.
Behçet Necatigil “
Gözlerinde bir başka boyuta geçtim. Mayıs güneşinin kuşkulu ışıkları akasyanın dallarından sıyrılıp odanın duvarlarına tutunmak için habire çabalıyordu. Perdemin üzerinde bir pervane ölmüştü. Güneşi odana buyur eder, ben giderdim. Tüm güzelliğini arkada bırakıp giderdim. Bugün de gidiyorum işte...
Ben giderken yüreğimi bırakırdım. Yüreğim çıkmaza girerdi, evinizin çıkmaz sokağının bir köşesinde. Tavanda akşam yanan mumum isi kalırdı. Duvarlarda yansımamız.
Bugün de gidiyorum işte. Hep sen bırakıp gidecek değilsin ya.. Sil duvardaki gölgelerimizi.
Bütün perdelerini kapatıyorum. Akşama tanıklık eden tüm eşyaları sil.
İstemesen de, istemesem de gidiyorum.
14 mayıs 03:00
Neden gittim ki sanki;
Kapının kanadına sıkıştı yaşanmışlıklarım. Sönmüş bir mumun izi kalmıştı gözlerimde. Yine o köşe başında dayanılmaz küfürler savurdum. Mektepli birkaç kız utanıp kaçtı. Topal bir köpek kovaladı peşimden. Köpek değil Süleyman. Uzun bacaklı ,uzun gövdeli karikatür bir köpekti Süleyman. Karikatür yaşantımızın karikatür köpeği. Kahrolası ayrılığın boğazını sıktım tüm hıncımla...
Binlerce katar geçti üstümden. Kime rastladıysam öfke kustum. Bir çekişte sigaranın yarısı doluyordu ciğerlerime. Ciğerlerimi kustum. Binlercesi geçti kalabalığın üzerimden. Dizlerim yaralanmıştı. Kan çanağı gibi olmuştu gözlerim.
Ellerime baktım. Titremiyordu...
Kalkıp deli gibi sana koşmak istedim yeniden. Bacaklarım yoktu, dudaklarım yoktu ve sesim yoktu. Bağıramadım bile...
Mayıs rüzgarının ardına takılmış birkaç kağıt dans ediyordu ötede beride. Uzakta, sandalyeleri ters dönmüş bir kır kahvesinden taze demlenmiş çay kokuları karışıyordu simitçi çocukların bağırışlarına.
Kalkıp deli gibi sana koşmak istedim yeniden. Eviniz yoktu.
Bir maskeli balondan döner gibi düşlerime küstüm.
Duracak haliniz kalmadı ayakta
Soyunup dökündünüz.
Behçet Necatigil “
Gözlerinde bir başka boyuta geçtim. Mayıs güneşinin kuşkulu ışıkları akasyanın dallarından sıyrılıp odanın duvarlarına tutunmak için habire çabalıyordu. Perdemin üzerinde bir pervane ölmüştü. Güneşi odana buyur eder, ben giderdim. Tüm güzelliğini arkada bırakıp giderdim. Bugün de gidiyorum işte...
Ben giderken yüreğimi bırakırdım. Yüreğim çıkmaza girerdi, evinizin çıkmaz sokağının bir köşesinde. Tavanda akşam yanan mumum isi kalırdı. Duvarlarda yansımamız.
Bugün de gidiyorum işte. Hep sen bırakıp gidecek değilsin ya.. Sil duvardaki gölgelerimizi.
Bütün perdelerini kapatıyorum. Akşama tanıklık eden tüm eşyaları sil.
İstemesen de, istemesem de gidiyorum.
14 mayıs 03:00
Neden gittim ki sanki;
Kapının kanadına sıkıştı yaşanmışlıklarım. Sönmüş bir mumun izi kalmıştı gözlerimde. Yine o köşe başında dayanılmaz küfürler savurdum. Mektepli birkaç kız utanıp kaçtı. Topal bir köpek kovaladı peşimden. Köpek değil Süleyman. Uzun bacaklı ,uzun gövdeli karikatür bir köpekti Süleyman. Karikatür yaşantımızın karikatür köpeği. Kahrolası ayrılığın boğazını sıktım tüm hıncımla...
Binlerce katar geçti üstümden. Kime rastladıysam öfke kustum. Bir çekişte sigaranın yarısı doluyordu ciğerlerime. Ciğerlerimi kustum. Binlercesi geçti kalabalığın üzerimden. Dizlerim yaralanmıştı. Kan çanağı gibi olmuştu gözlerim.
Ellerime baktım. Titremiyordu...
Kalkıp deli gibi sana koşmak istedim yeniden. Bacaklarım yoktu, dudaklarım yoktu ve sesim yoktu. Bağıramadım bile...
Mayıs rüzgarının ardına takılmış birkaç kağıt dans ediyordu ötede beride. Uzakta, sandalyeleri ters dönmüş bir kır kahvesinden taze demlenmiş çay kokuları karışıyordu simitçi çocukların bağırışlarına.
Kalkıp deli gibi sana koşmak istedim yeniden. Eviniz yoktu.
Bir maskeli balondan döner gibi düşlerime küstüm.
7 MAYIS 19XX
Seni düşündüğümde bütün şehir uyuyordu.
Sen uykularında beni sayıklardın
Ben seni.
Sen, gece yarılarına kadar beni beklerdin.
Gelmezdim.
Oysa sen bilmezdin.
Bir kez dokunabilmek için sana
Ben düşlerimi bölerdim.
Bugün seni düşündüğümde bütün şehir uyuyordu. Kupkuru bir yağmur yağıyordu. Toprak; ha ıslandı, ha ıslanacak. Buz gibi bir güneşin soğuğunda yağıyordu yağmur. Bulutlar mahşerin dört atlısı gibi dörtnala üstüme geliyordu. Henüz uyanmamış bir sabah oğuşturuyordu gözlerini yanı başımda.
Dayanılmazlığına “kader” deyip, sonsuza gömdüm. Birden, dayanılmazlığın, dayanılmazcasına çöktü yüreğime.
Birden yaşanmışlıklarımızı anımsadım. Yine mayıstı aylardan. Dal kıpırdamıyordu. Rüzgar, dalların arasında sinsice saklanmıştı besbelli. Kapını açtığımda uyuyordun. Karanlık, tüm dilsizliği ile haykırıyordu sönmüş bir sokak lambasının öte yanında. Karanlık bir sabahtı.
Kirpiklerin aralanmamıştı. Yorganı boynuna kadar çekmiştin. Sağ yanağın yastığında ve dudakların yarı açıktı. Saçın dağılmış, kirpiklerin gülümsüyordu...
Komşu bahçelerden sana beyaz menekşeler getirmiştim. Birden Mona Lisa’yı kıskandıran bir tebessüm geçti dudaklarından. Saçlarına dokundum. Kirpiklerin aralandı.
Bir kumru havalandı telaşlı kanat çırpınışlarıyla. Kelebek kadar masum nefes alışlarını duymak için olanca yanaştım. Vahşi bir kısrak gibi yerinde duramıyordu yüreğim.
Omzuna dokundum. Sımsıcaktı. Nefesin yayla çiçekleri gibi kokuyordu. İlkin burnunu öptüm. Sonra omuzlarını ve kollarını...
Dudaklarına dokunur dokunmaz sarhoşluğum başladı. Ben dudaklarında kaybolmuştum. Saçların terlemiş tenime yapışıyordu.. dilin ta! yüreğimde bir yerlere değiyordu. Sonsuzluğu kucaklamak gibi bir şeydi sana sarılmak.
Güneşin nefesi pencereden ılıkça sızıyordu. Şafak, gri bulutların arkasında nar çiçeklerine benzemişti. Ellerim teninde en anlamlı dokunuşları yaşıyordu. Gözlerin en büyülü bakışlarla bir açılıp, bir kapanıyor, dudaklarının değdiği yerler dayanılmazlaşıyordu.
Bir anda yüreğimden binlerce kelebeğin havalandığını hissettim. Sabah başlıyor mu? Bitiyor muydu? Hatırlamıyorum...
Seni de hatırlamıyorum... Hem de hiç... Her gün biraz daha anlıyorum ki...
Sen hatırlayamayacağım kadar çok aklımdasın.
Sen uykularında beni sayıklardın
Ben seni.
Sen, gece yarılarına kadar beni beklerdin.
Gelmezdim.
Oysa sen bilmezdin.
Bir kez dokunabilmek için sana
Ben düşlerimi bölerdim.
Bugün seni düşündüğümde bütün şehir uyuyordu. Kupkuru bir yağmur yağıyordu. Toprak; ha ıslandı, ha ıslanacak. Buz gibi bir güneşin soğuğunda yağıyordu yağmur. Bulutlar mahşerin dört atlısı gibi dörtnala üstüme geliyordu. Henüz uyanmamış bir sabah oğuşturuyordu gözlerini yanı başımda.
Dayanılmazlığına “kader” deyip, sonsuza gömdüm. Birden, dayanılmazlığın, dayanılmazcasına çöktü yüreğime.
Birden yaşanmışlıklarımızı anımsadım. Yine mayıstı aylardan. Dal kıpırdamıyordu. Rüzgar, dalların arasında sinsice saklanmıştı besbelli. Kapını açtığımda uyuyordun. Karanlık, tüm dilsizliği ile haykırıyordu sönmüş bir sokak lambasının öte yanında. Karanlık bir sabahtı.
Kirpiklerin aralanmamıştı. Yorganı boynuna kadar çekmiştin. Sağ yanağın yastığında ve dudakların yarı açıktı. Saçın dağılmış, kirpiklerin gülümsüyordu...
Komşu bahçelerden sana beyaz menekşeler getirmiştim. Birden Mona Lisa’yı kıskandıran bir tebessüm geçti dudaklarından. Saçlarına dokundum. Kirpiklerin aralandı.
Bir kumru havalandı telaşlı kanat çırpınışlarıyla. Kelebek kadar masum nefes alışlarını duymak için olanca yanaştım. Vahşi bir kısrak gibi yerinde duramıyordu yüreğim.
Omzuna dokundum. Sımsıcaktı. Nefesin yayla çiçekleri gibi kokuyordu. İlkin burnunu öptüm. Sonra omuzlarını ve kollarını...
Dudaklarına dokunur dokunmaz sarhoşluğum başladı. Ben dudaklarında kaybolmuştum. Saçların terlemiş tenime yapışıyordu.. dilin ta! yüreğimde bir yerlere değiyordu. Sonsuzluğu kucaklamak gibi bir şeydi sana sarılmak.
Güneşin nefesi pencereden ılıkça sızıyordu. Şafak, gri bulutların arkasında nar çiçeklerine benzemişti. Ellerim teninde en anlamlı dokunuşları yaşıyordu. Gözlerin en büyülü bakışlarla bir açılıp, bir kapanıyor, dudaklarının değdiği yerler dayanılmazlaşıyordu.
Bir anda yüreğimden binlerce kelebeğin havalandığını hissettim. Sabah başlıyor mu? Bitiyor muydu? Hatırlamıyorum...
Seni de hatırlamıyorum... Hem de hiç... Her gün biraz daha anlıyorum ki...
Sen hatırlayamayacağım kadar çok aklımdasın.
6 MAYIS 19XX
Ne sabah olur, ne merhaban duyulur.
Yalnızlığın işportaya düşmüş; haraç-mezat iskontolu satılır.
Seni anımsatan sabaha günaydın. Seninle geçecek tüm saatlere, ufukta saklanmış güneşe, börtüğe-böceğe, yeni dikilmiş çiçeğe, çirkine ve güzele, şarkılara ve türkülere, acılara ve sevinçlere, sevenlere ve sevmeyenlere günaydın.
Aydınlığı ve karanlığa, soğuğa ve sıcağa. Kısaca seni anımsatan her yere, her şeye günaydın.
Bilmezdim Salı’ların bu kadar güzel olduğunu. Çarşamba’ların da... Perşembe’lerin, Cuma’ların...
Sevda yokuşunda bana doğru uzayan gölgeni yakaladım yelkovanların sabahı gösterdiği saatlerde. Düşlerimi böldüğün yerden başlamak için seni çağırdım... Sonra eski kır yollarından kuşların kanadında geçtik. Yeşil olanca koyu idi. “Uzakta deniz görülecek sanki” dedin. Oysa, kirpiklerin deniz kadar uzak ve derindi. kirpiklerinin derinliklerinde kayboldum.
Nasıl yazamam sana? Tarla kenarında bölüştüğümüz bir baş soğanı nasıl hatırlamam? Şarap mantarlarıyla ekose örtülerin üstünde dama oyunlarımızı unutabilir miyim?
Ya da, mutluluğun yirmi beşinci saatindeki vazgeçilemezliğini...
Ölüm karası bir geceydi. Apansız ayrıldın yanımdan. Sen ayrılır ayrılmaz ellerim soğudu. Yollar uzamaya, saatler sensizliği vurmaya başladı. Yüreğimde ezgilenen şarkılar sustu, İçimdeki kahreden o çirkin uçurum olanca büyüdü...
Seni gökkuşağına en yakın olacağımız yerlere götüreceğim. Sana Süphan dağının eteklerinde nasıl kekik koktuğundan söz edeceğim. Elimi tutacaksın. Yüreğim ısınacak. Tekrar dolaşmaya başlayacaksın damarlarımda. Yayla dumanlarına karışacak birlikteliğimiz. Yitirilmişliklerimizi dişi köpeklere atıp. Papatya fallarıyla avunacağız. Yarın güzel olacak. Çünkü, tüm yarınlarımda sen olacaksın...
Yalnızlığın işportaya düşmüş; haraç-mezat iskontolu satılır.
Seni anımsatan sabaha günaydın. Seninle geçecek tüm saatlere, ufukta saklanmış güneşe, börtüğe-böceğe, yeni dikilmiş çiçeğe, çirkine ve güzele, şarkılara ve türkülere, acılara ve sevinçlere, sevenlere ve sevmeyenlere günaydın.
Aydınlığı ve karanlığa, soğuğa ve sıcağa. Kısaca seni anımsatan her yere, her şeye günaydın.
Bilmezdim Salı’ların bu kadar güzel olduğunu. Çarşamba’ların da... Perşembe’lerin, Cuma’ların...
Sevda yokuşunda bana doğru uzayan gölgeni yakaladım yelkovanların sabahı gösterdiği saatlerde. Düşlerimi böldüğün yerden başlamak için seni çağırdım... Sonra eski kır yollarından kuşların kanadında geçtik. Yeşil olanca koyu idi. “Uzakta deniz görülecek sanki” dedin. Oysa, kirpiklerin deniz kadar uzak ve derindi. kirpiklerinin derinliklerinde kayboldum.
Nasıl yazamam sana? Tarla kenarında bölüştüğümüz bir baş soğanı nasıl hatırlamam? Şarap mantarlarıyla ekose örtülerin üstünde dama oyunlarımızı unutabilir miyim?
Ya da, mutluluğun yirmi beşinci saatindeki vazgeçilemezliğini...
Ölüm karası bir geceydi. Apansız ayrıldın yanımdan. Sen ayrılır ayrılmaz ellerim soğudu. Yollar uzamaya, saatler sensizliği vurmaya başladı. Yüreğimde ezgilenen şarkılar sustu, İçimdeki kahreden o çirkin uçurum olanca büyüdü...
Seni gökkuşağına en yakın olacağımız yerlere götüreceğim. Sana Süphan dağının eteklerinde nasıl kekik koktuğundan söz edeceğim. Elimi tutacaksın. Yüreğim ısınacak. Tekrar dolaşmaya başlayacaksın damarlarımda. Yayla dumanlarına karışacak birlikteliğimiz. Yitirilmişliklerimizi dişi köpeklere atıp. Papatya fallarıyla avunacağız. Yarın güzel olacak. Çünkü, tüm yarınlarımda sen olacaksın...
28 NİSAN 19XX
Zamanı tutsam da sen yanımdayken
Sonra, yana yakıla aramasam
Öylece kal yanımda. Sımsıkı tut ellerimi. Avuçlarında erisin çaresizliğim.
Kaktüs dikenleri filizlendi yasak akşamlarda. Yaban kuşlarının ağzında şarkılarımız. Yeni açmış gelinciklerin yapraklarındaki çiğ taneleri gibi. Bebek dudaklarında ıslandı yalnızlığım ve kör akşamlarda aydınlığın olan gözlerinle söyle...
Söyle... Tekrar tekrar söyle... “Seviyorum” de...
Anımsar mısın? Bir gün, akşamın başladığı yere doğru gitmiştik.. Yoksa, böylesi bir Nisan sonu muydu? Hatırlamıyorum. Gökyüzünde bir tomar yağmur bulutu kara yılan gibi çöreklenmişti.
Şimdi, o akşamın başladığı yerde düşlerim yansıyor kaldırıma. Hani, umutsuzluğun kara çukurunda kaybolurken ve tam yüreğin kanamaya başlarken dokunur da, sevgilinin eli yüreğine. İçin sımsıcak olur. Kulaklarında uğuldayan yalnızlık sessizce uzaklaşır, yeniden başlarsın güne. İşte o an tutsam zamanı diyorum.
Olmuyor. Savaşamıyorum kaderimle. Zaman galip geliyor. Ben yeniden başlamak istiyorum. Kaldırımda düşlerim yağmur sularıyla sürükleniyor.
Bir garip oluyor öğlen saatleri. Ne zaman o yoldan geçsem; ağlıyorum. Ne zaman kanadı kırık bir kelebek görsem; ağlıyorum. Ne zaman yuvasına yeni dönmüş bir leylek, baharı karşılayan, beyaz çilek çiçeği, kiraz yaprağı, yeni sürülmüş toprak, ahmak ıslatan yağmur, yarım kalmış içki, yürünmemiş yol...
Her seferinde bir kez daha başlıyor yalnızlığım. Yalnızlığım kör bıçak gibi kesiyor gözyaşlarımı.
Ağlayamıyorum.
Sonra, yana yakıla aramasam
Öylece kal yanımda. Sımsıkı tut ellerimi. Avuçlarında erisin çaresizliğim.
Kaktüs dikenleri filizlendi yasak akşamlarda. Yaban kuşlarının ağzında şarkılarımız. Yeni açmış gelinciklerin yapraklarındaki çiğ taneleri gibi. Bebek dudaklarında ıslandı yalnızlığım ve kör akşamlarda aydınlığın olan gözlerinle söyle...
Söyle... Tekrar tekrar söyle... “Seviyorum” de...
Anımsar mısın? Bir gün, akşamın başladığı yere doğru gitmiştik.. Yoksa, böylesi bir Nisan sonu muydu? Hatırlamıyorum. Gökyüzünde bir tomar yağmur bulutu kara yılan gibi çöreklenmişti.
Şimdi, o akşamın başladığı yerde düşlerim yansıyor kaldırıma. Hani, umutsuzluğun kara çukurunda kaybolurken ve tam yüreğin kanamaya başlarken dokunur da, sevgilinin eli yüreğine. İçin sımsıcak olur. Kulaklarında uğuldayan yalnızlık sessizce uzaklaşır, yeniden başlarsın güne. İşte o an tutsam zamanı diyorum.
Olmuyor. Savaşamıyorum kaderimle. Zaman galip geliyor. Ben yeniden başlamak istiyorum. Kaldırımda düşlerim yağmur sularıyla sürükleniyor.
Bir garip oluyor öğlen saatleri. Ne zaman o yoldan geçsem; ağlıyorum. Ne zaman kanadı kırık bir kelebek görsem; ağlıyorum. Ne zaman yuvasına yeni dönmüş bir leylek, baharı karşılayan, beyaz çilek çiçeği, kiraz yaprağı, yeni sürülmüş toprak, ahmak ıslatan yağmur, yarım kalmış içki, yürünmemiş yol...
Her seferinde bir kez daha başlıyor yalnızlığım. Yalnızlığım kör bıçak gibi kesiyor gözyaşlarımı.
Ağlayamıyorum.
23 NİSAN 19XX
Varsayalım dedim.
Sahi sandın.
Varsayalım dedin.
Sahi sandım.
Varsayalım ki, gözlerinde yeniden başladı kara sevdam. Sen gül yapraklarını kopardın. Anam görücü usulü istedi seni. Sonra, kavak yelleri esti başında. Henüz yirmi birine girmemiştin. Zaman, baharın yeşilinde durdu. Yüzüme düştü gölgen..
Sen gittin, gölgen kaldı...
Hasret kaldım.
Bir tebessüm kadar yakınımdaydın. Dokundum. Öpücüklerim buğulandı... Dokundum. Bir tılsım gibi girdin yüreğime. Dokundum. Avuçlarımda kayboldun.
Birden nefesini dudaklarımda hissediyorum. Nefesin nefesime değiyor. Ellerini avuçlarımda hapsetmişim. Zaman, karşıdaki mavi dağlardan süzülüp yanı başıma bağdaş kuruyor. Aceleci kuşlar geçiyor penceremden. Sürüden ayrılan bir çift kırlangıç sana doğru uçuyor.
Peşinden Nisan uçuyor. Yağmur gözlü Nisan. Hiç belli olmaz sağı solu. Senin gibidir biraz. Kışın ayazını, yazın yakıcı güneşini taşır yüreğinde.
Bir dolu bulut saklıdır kucağında. Bir hırçınlaştı mı; apansız bırakır yeryüzüne. Can suyu olur, hayat verir. Bora olur hayat alır.
Bayram çocukları bayrak sallar. Renkli balonlar, bayraklar...
Okul pencerelerinde şeytan merdivenleri, kimi mor beyaz, kimi kırmızı..
Gelin elbiseli, mavi-pembe kurdeleli bayram çocukları. Bandolar... Mızıkalar...
Yine de, yağmur gözlüdür Nisan.
Varsayalım sen Nisan’sın. “Varsayalım” dedim. Sahi sandın.
Sahi sandın.
Varsayalım dedin.
Sahi sandım.
Varsayalım ki, gözlerinde yeniden başladı kara sevdam. Sen gül yapraklarını kopardın. Anam görücü usulü istedi seni. Sonra, kavak yelleri esti başında. Henüz yirmi birine girmemiştin. Zaman, baharın yeşilinde durdu. Yüzüme düştü gölgen..
Sen gittin, gölgen kaldı...
Hasret kaldım.
Bir tebessüm kadar yakınımdaydın. Dokundum. Öpücüklerim buğulandı... Dokundum. Bir tılsım gibi girdin yüreğime. Dokundum. Avuçlarımda kayboldun.
Birden nefesini dudaklarımda hissediyorum. Nefesin nefesime değiyor. Ellerini avuçlarımda hapsetmişim. Zaman, karşıdaki mavi dağlardan süzülüp yanı başıma bağdaş kuruyor. Aceleci kuşlar geçiyor penceremden. Sürüden ayrılan bir çift kırlangıç sana doğru uçuyor.
Peşinden Nisan uçuyor. Yağmur gözlü Nisan. Hiç belli olmaz sağı solu. Senin gibidir biraz. Kışın ayazını, yazın yakıcı güneşini taşır yüreğinde.
Bir dolu bulut saklıdır kucağında. Bir hırçınlaştı mı; apansız bırakır yeryüzüne. Can suyu olur, hayat verir. Bora olur hayat alır.
Bayram çocukları bayrak sallar. Renkli balonlar, bayraklar...
Okul pencerelerinde şeytan merdivenleri, kimi mor beyaz, kimi kırmızı..
Gelin elbiseli, mavi-pembe kurdeleli bayram çocukları. Bandolar... Mızıkalar...
Yine de, yağmur gözlüdür Nisan.
Varsayalım sen Nisan’sın. “Varsayalım” dedim. Sahi sandın.
5 NİSAN 19XX
...Sonra,
yeni masallara doğru yola çıktılar.
Güneşin doğduğu yerdeki
bir kasaba pınarında yıkadılar umutsuzlukları.
Seninle, sil baştan oynayalım istersen. Ben hep ebe olmaya razıyım, saklambaç oyarken. Kaç saklan hadi. Bir, iki, üç....
Nisan çiçekleri toplamalıyım ıssız tarla boylarından. En çok sevdiğin gelinciklerden. Belki de kır papatyalarından taçlar yapmalıyım. Biliyorum. Sen kır çiçeklerini seversin. Sen yaban güllerini, ballı babaları, melisaları, arsız enişleri ve beyaz sardunyaları seversin.
Ben; Seni severim.
İlk kez düşünce sevdaya yolumuz, el yordamıyla çıkmalıyız tüm yokuşları.
Şehzadeler şehrinden akan bir nehre bırakmalıyız yitirilmişliklerimizi. Ferhat’ın oyduğu kayalardan akmalı dayanılmazlığın.
Ve... En güzeli; Tüm yarınlarda sen olmalısın.
Masal bu ya...
.......
Ne denli karanlık olsa da akşamlar, ürkmemeliyiz.
Yarım kalmış dokunuşlarla yeniden sevişmeliyiz.
Hadi, sil baştan oynayalım bütün oyunları. İskambil kartlarından evler, makaradan arabalar yapalım. Dokuz taş oynarken hep sen mızıkla...
“Ateşle oynarsan elini yakarsın demişleri”. Bırak; çamurdan, çöpten adamlar yapalım. Ben bütün taşları üst üste dizeyim. Sen, doyasıya boz kumdan kaleleri.
Ve ben hep seni ararım saklambaç oynarken. Hem de hiç sobelemeden.
yeni masallara doğru yola çıktılar.
Güneşin doğduğu yerdeki
bir kasaba pınarında yıkadılar umutsuzlukları.
Seninle, sil baştan oynayalım istersen. Ben hep ebe olmaya razıyım, saklambaç oyarken. Kaç saklan hadi. Bir, iki, üç....
Nisan çiçekleri toplamalıyım ıssız tarla boylarından. En çok sevdiğin gelinciklerden. Belki de kır papatyalarından taçlar yapmalıyım. Biliyorum. Sen kır çiçeklerini seversin. Sen yaban güllerini, ballı babaları, melisaları, arsız enişleri ve beyaz sardunyaları seversin.
Ben; Seni severim.
İlk kez düşünce sevdaya yolumuz, el yordamıyla çıkmalıyız tüm yokuşları.
Şehzadeler şehrinden akan bir nehre bırakmalıyız yitirilmişliklerimizi. Ferhat’ın oyduğu kayalardan akmalı dayanılmazlığın.
Ve... En güzeli; Tüm yarınlarda sen olmalısın.
Masal bu ya...
.......
Ne denli karanlık olsa da akşamlar, ürkmemeliyiz.
Yarım kalmış dokunuşlarla yeniden sevişmeliyiz.
Hadi, sil baştan oynayalım bütün oyunları. İskambil kartlarından evler, makaradan arabalar yapalım. Dokuz taş oynarken hep sen mızıkla...
“Ateşle oynarsan elini yakarsın demişleri”. Bırak; çamurdan, çöpten adamlar yapalım. Ben bütün taşları üst üste dizeyim. Sen, doyasıya boz kumdan kaleleri.
Ve ben hep seni ararım saklambaç oynarken. Hem de hiç sobelemeden.
23 MART 19XX
Uğursuz Pazartesi.
Kovuyorum gitmiyorsun.
Hafta başı oluyorsun her seferinde.
Gelme...
İçime sinmiyorsun.
Saat 13:00. Gelmiyorsun.
On üç, uğursuz derlerdi. İnanmazdım. Uğursuz on üç... Uğursuz Pazartesi. Sabaha kadar seni bekliyorum. Gözlerimde, gözlerinde unuttuğun bakışlar.
Bu lanet kentin tüm sokaklarını arşınlıyorum. Bir köşe başında rastlarım. Bir durakta bekliyordur. Bir kaldırımda görürüm...
İstasyonda gar memurlarının meraklı bakışlarına, otobüs terminallerinde çığırtkan sesine karışıyorsun. Uzak rıhtımda bir gemi uskurunun dalgasında kayboluyorsun.
Tüm sesler sağanak yağan yağmurun uğultusunda boğuluyor. Habis bir sessizliğe tutsak oluyor sokaklar. Odamın penceresinde baykuş sesleri. Ay ışığı içimde bir şeyler eritiyor. Gözlerim gözlerine prangalı, uyku tutmuyor.
Elimi yüreğime değdiriyorum. Yüreğimin gözyaşlarıyla ıslanıyor ellerim.
Pazartesi’ni takvimlerden çıkartamıyorum. Ne sıcak iklimlerden yeni gelmiş kırlangıç anımsıyor seni. Ne taş çeşme, ne kireçli bağ evi, ne penceremden ayrılmayan ay ışığı...
Belki sen de anımsamıyorsun.
Kovuyorum gitmiyorsun.
Hafta başı oluyorsun her seferinde.
Gelme...
İçime sinmiyorsun.
Saat 13:00. Gelmiyorsun.
On üç, uğursuz derlerdi. İnanmazdım. Uğursuz on üç... Uğursuz Pazartesi. Sabaha kadar seni bekliyorum. Gözlerimde, gözlerinde unuttuğun bakışlar.
Bu lanet kentin tüm sokaklarını arşınlıyorum. Bir köşe başında rastlarım. Bir durakta bekliyordur. Bir kaldırımda görürüm...
İstasyonda gar memurlarının meraklı bakışlarına, otobüs terminallerinde çığırtkan sesine karışıyorsun. Uzak rıhtımda bir gemi uskurunun dalgasında kayboluyorsun.
Tüm sesler sağanak yağan yağmurun uğultusunda boğuluyor. Habis bir sessizliğe tutsak oluyor sokaklar. Odamın penceresinde baykuş sesleri. Ay ışığı içimde bir şeyler eritiyor. Gözlerim gözlerine prangalı, uyku tutmuyor.
Elimi yüreğime değdiriyorum. Yüreğimin gözyaşlarıyla ıslanıyor ellerim.
Pazartesi’ni takvimlerden çıkartamıyorum. Ne sıcak iklimlerden yeni gelmiş kırlangıç anımsıyor seni. Ne taş çeşme, ne kireçli bağ evi, ne penceremden ayrılmayan ay ışığı...
Belki sen de anımsamıyorsun.
21 MART, 19XX
D Leylak zamanı
erguvani bir hüzüne karışır baharın güzellikleri.
Nevruz ateşi
etrafında kor kızıla boyanır gecenin pervaneleri.
Nerdeyse, leylaklar açacak birtanem. Ardından, kartopu çiçekleri... Nerdeyse, göçmen kuşlar ha geldi ha gelecek.
Neden gelmedin?
Şimdi seninle üzerlik otundan tütsüler yapmalıyız. Nevruz ateşinin korunda köpürtmeliyiz kahvemizi. Fincanda fal, falda sen olmalısın.
Hatırladın değil mi? “Dilek tut” demiştin. Tuttum. Tek dileğim sendin... “Dileğin olacak” demiştin.
Olmadı.
erguvani bir hüzüne karışır baharın güzellikleri.
Nevruz ateşi
etrafında kor kızıla boyanır gecenin pervaneleri.
Nerdeyse, leylaklar açacak birtanem. Ardından, kartopu çiçekleri... Nerdeyse, göçmen kuşlar ha geldi ha gelecek.
Neden gelmedin?
Şimdi seninle üzerlik otundan tütsüler yapmalıyız. Nevruz ateşinin korunda köpürtmeliyiz kahvemizi. Fincanda fal, falda sen olmalısın.
Hatırladın değil mi? “Dilek tut” demiştin. Tuttum. Tek dileğim sendin... “Dileğin olacak” demiştin.
Olmadı.
“ Tren gelir hoş gelir.
Odaları boş gelir”.
Anonim
Bu akşamüstü treniyle çıkmalısın yola.
Yarın 17 Mart.
Yarın doğum günün.
Seni yollarda karşılamak isterim. Sana sımsıkı sarılmak isterim. Tüm zodyakı önüne sermek, ilk “iyi ki doğdun” diyen olmayı isterim. Yarın, seni binlerce kez öpmek isterim.
Her gün, yarın olmalı. Her gün yeniden doğmalısın bir gül tomurcuğuna inat.
Her gün yeniden doğmalısın sabah güneşini kıskandırasıya... Her gün yeniden doğmalısın. Senin olduğun gecelerde yıldızlar sönük kalmalı.
Her gün yeniden doğmalısın. Ellerin tutkularınla terlemeli... Afrika olmalı avuçların...
Sen her gün yeniden doğmalısın. Saçların bahar geceleri gibi kokmalı.
Sen her gün yeniden doğmalısın. Gülümseyişlerinle aydınlanmalı sokaklarım.
Sen her gün yeniden doğmalısın. Hiç “Hoşça kal” dememeli dudakların.
Sen her gün yeniden doğmalısın ve her gün bahar olmalı...
Yarın doğum günün. Üzerinde kapüşonlu, çoban düğmeli manton olmalı, ilk sigara dumanını benim parmaklarımdan çekmelisin. İlk içkini benim kadehimden yudumlamalı, ilk öpücüğü benim dudaklarımdan tatmalısın.
Sana Kaf dağının ardından topladığım ateşi getirmeliydim. Nisan yağmurlarında sönmeyen o kardan korlaşan ateşi.
O ateş benim aşkım. O ateş iliklerime kadar dondurarak beni yakan aşkım.
İyi ki doğdun aşkım.
14 MART 19XX
Birkaç vakte kadar, Akbaba dağının karı erir,
Arpa çayı’ndan Aras nehrine karışır.
Köpük köpük seni düşlerim
Ufuk karardı mı, bizim kentin kuzeyinde, Karayel getirirdi kokunu. Karayelle salınınca kavak dalları, el sallayışlarını anımsardım...
Akşam karanlığı çöktükçe oralara bu saatlerde özlemin yüreğime çığ gibi düşer, kor gibi olur. Tutar yakarım ilk sigaramı denize bakan dağlara karşı seni düşlerim.
Ne denli uzak olsa da, nasıl yosun kokar denize bakan dağlar, bilir misin?
12 MART, 19XX
Artık sana “merhaba” diye başlayan mektuplar yazmayacağım. “Neden?” diye soracaksın. “Neden” olmayacak. Diğerleri bilmeyecek. Kim bilir? Belki sen bile bilmeyeceksin.
Bir gün eski evimizin bahçesine çıktığımızda yapraklarını kopardığın gülleri senin için öpeceğim. Oysa, sen bilmeyeceksin.
Saat 22:50...
Perşembe..
...
...
Tut ki geliyorsun. Zaman duruyor. Zaman kaç bilmiyorum?
Tut ki alıp başımızı gidiyoruz. Biz gidiyoruz, zaman duruyor. Kum saatini yine ters çeviriyorum. Daha “bugün” olmadan bitti zaman? Anlayamıyorum...
Dışa vurumcu resimler çiziyorum. Kırık dökük günlerde sürüyor özlemim. Agrasif şiirler yazıyorum küfür günah gırla gidiyor.
Sensiz ne günlerin, ne saatlerin. ne haftaların anlamı var. Soğuk bakışların arkasına gizlenip, bir daha asla gelmeyeceğini sezinliyorum. Sezgilerim yalnızlığıma koşut, ürperiyorum.
Erkenci yağmurlarına karışıyor göz yaşlarım. Islak bakışlarım hasret bakıyor.
İlk perdesi de açıldı baharın. Noksan oyuncularla oynuyoruz yaşamı. Süfli suflörler repliklerimizi şaşırtıyor. Bir gelsen tüm dekorları değişecek bu kentin.
Gelmiyorsun.
Bir gün eski evimizin bahçesine çıktığımızda yapraklarını kopardığın gülleri senin için öpeceğim. Oysa, sen bilmeyeceksin.
Saat 22:50...
Perşembe..
...
...
Tut ki geliyorsun. Zaman duruyor. Zaman kaç bilmiyorum?
Tut ki alıp başımızı gidiyoruz. Biz gidiyoruz, zaman duruyor. Kum saatini yine ters çeviriyorum. Daha “bugün” olmadan bitti zaman? Anlayamıyorum...
Dışa vurumcu resimler çiziyorum. Kırık dökük günlerde sürüyor özlemim. Agrasif şiirler yazıyorum küfür günah gırla gidiyor.
Sensiz ne günlerin, ne saatlerin. ne haftaların anlamı var. Soğuk bakışların arkasına gizlenip, bir daha asla gelmeyeceğini sezinliyorum. Sezgilerim yalnızlığıma koşut, ürperiyorum.
Erkenci yağmurlarına karışıyor göz yaşlarım. Islak bakışlarım hasret bakıyor.
İlk perdesi de açıldı baharın. Noksan oyuncularla oynuyoruz yaşamı. Süfli suflörler repliklerimizi şaşırtıyor. Bir gelsen tüm dekorları değişecek bu kentin.
Gelmiyorsun.
11 MART 19XX, 05:00
Göçer kuşların sonuncusu gibi esir kalıyorum göz bebeklerinde. Göz bebeklerinde bebek bakışlar. Göz bebeklerinde unutma beni çiçekleri. Sarılışlarım geçiyor yanıbaşımdan. Kuytu köşelerde kaçamak sevişmelerimiz geliyor aklıma. Erik çaldığımız bahçelerde bıraktığımız çocuksu sevinçlerimiz. Yeni koparılmış domates kokularının yayıldığı yollarda, yabancı bakışlardan uzak öpüşmelerimiz.
Körpe sabahın ilk ışıkları göz yaşlarımın üzerinde parıldıyor. Kimsesiz sokak çocukları gibi burnumu çekiyorum. Beni böyle salya sümük görsen gülerdin belki de. Belki de ağlardın. Kimbilir?
Horoz sesleriyle paylaşıyorum yalnızlığımı. Yalnızlığım, satırlarda hem başlayıp hem bitiyor.
Adamakıllı özlemişim anlaşılan. Sabah, günaydınım oluyorsun. El sallıyorsun tüm evlerin balkonlarından. Balkonlardan sarkan mine çiçekleri saçların gibi kokuyor. Kentin bütün pencerelerinden sen bakıyorsun. Sokak lambalarının son ışıkları gölgeni düşürüyor kaldırımlara. Kaldırımları öpüyorum.
Hafta başlıyor. Pazartesi oluyorsun. İlk açılan kiraz çiçeğinde gülümseyişlerin. Sabahçı fırınlarında sıcak ekmek kokusu gibi buram buram tütüyorsun.
Hafta başlıyor. Pazartesi oluyorsun. Belli ki, aramayacaksın. Belli ki, dün gibi, bugün de ben yine de seni özleyeceğim. Tüm sabahları ve akşamları seni özlemeye başladığım yerden tekrar özleyeceğim.
Takvimi koparıyorum. Nerdeyse Nisan geliyor.
Sen gelmiyorsun...
10 MART 19XX, 22:00
Ben akşamı severdim.
Çünkü, sen hep akşamlarda gelirdin.
Bulutların kaybolduğu dağ yamaçlarının ardından “akşam” sessizce geliyordu. Ay, yarı kızıla boyamış yüzünü bir bulutun ardına sinsice gizlemişti. Yıldızlar arkalarını dönmüşlerdi, sessiz ve sönük. Köy yollarında cılız ışıklı pencereler gözlüyordu yolumuzu. Bir anlamsız bağırıyordu karşı geçedeki sokak köpekleri. Ağaçlar diz çökmüş ürkek ve umutsuzca fısıldaşıyorlardı.
Akşam, ağır adımlarla kör kütük yaklaşıyordu. Korkuyor gibiydi. Yaklaşınca anladım. Sokak köpekleri salyalı dişleriyle parçalamışlardı akşamı bir yerinden.
Akşam kan ağlıyordu. Sen birden, yüreğime sığmadın. Çünkü akşamları gelirdin. Akşamı bu yüzden severdim. Zaten bir yudum mutluluktu seninleliğim. Bir yudum mutluluk gelincik yaprakları gibi dökülüverdi.
Akşam sefaları gözlerini sıkıca kapadılar. Saattin akrebi acımasızca saldırdı akşama. Akşam ağlamaklı... Ben ağlamaklı...
Kelebekler renklerini alıp gittiler. Akşam kör kütüktü. Akşam sendeledi. Akşam dertliydi. Akşam katran karasıydı. Akşamın kanı aksa, yalnızlığıma karışacaktı. Sessizce yanaşıp akşamın elinden tuttum. Elleri ıslaktı. Toprak da ıslaktı alabildiğine. Sanırım, akşam ağlıyordu.
Bir puhu kuşu oymuştu akşamın gözlerini. Görmüyordu. Akşamın ayakları yara içindeydi, yürüyemiyordu.
Bir bulut geçse yakınımdan, eğilip akşamın üzerini örtecektim. Bir dere geçse; akşamın dudaklarına bir yudum su verecektim. Ay ışığını tutabilseydim; aydınlatacaktım.
Yapamadım...
Akşamın saçlarına dağılmış yıldızlar, uzak bir deniz fenerinin fersiz ışığı gibi umutsuzca parlıyordu.
Apansız akşamın gözlerini gördüm. Gözlerini gizleyemedi. Akşamın gözleri, gözlerime değdi. Gözleri yalan söyleyemezdi. Can çekişiyordu. Hayır. Beni böylesine bırakıp gitmemeliydin. Dayanamazdım. Sonra, yağmur da yağmalıydı...
Oysa, yağmur yine geç kalmıştı.
Tam mutluluğa bir kala yakalamıştım akşamı. Avuçlarımdan akıp giden akşam karasına karıştı hasretin.
Gelmedin..
Çünkü, sen hep akşamlarda gelirdin.
Bulutların kaybolduğu dağ yamaçlarının ardından “akşam” sessizce geliyordu. Ay, yarı kızıla boyamış yüzünü bir bulutun ardına sinsice gizlemişti. Yıldızlar arkalarını dönmüşlerdi, sessiz ve sönük. Köy yollarında cılız ışıklı pencereler gözlüyordu yolumuzu. Bir anlamsız bağırıyordu karşı geçedeki sokak köpekleri. Ağaçlar diz çökmüş ürkek ve umutsuzca fısıldaşıyorlardı.
Akşam, ağır adımlarla kör kütük yaklaşıyordu. Korkuyor gibiydi. Yaklaşınca anladım. Sokak köpekleri salyalı dişleriyle parçalamışlardı akşamı bir yerinden.
Akşam kan ağlıyordu. Sen birden, yüreğime sığmadın. Çünkü akşamları gelirdin. Akşamı bu yüzden severdim. Zaten bir yudum mutluluktu seninleliğim. Bir yudum mutluluk gelincik yaprakları gibi dökülüverdi.
Akşam sefaları gözlerini sıkıca kapadılar. Saattin akrebi acımasızca saldırdı akşama. Akşam ağlamaklı... Ben ağlamaklı...
Kelebekler renklerini alıp gittiler. Akşam kör kütüktü. Akşam sendeledi. Akşam dertliydi. Akşam katran karasıydı. Akşamın kanı aksa, yalnızlığıma karışacaktı. Sessizce yanaşıp akşamın elinden tuttum. Elleri ıslaktı. Toprak da ıslaktı alabildiğine. Sanırım, akşam ağlıyordu.
Bir puhu kuşu oymuştu akşamın gözlerini. Görmüyordu. Akşamın ayakları yara içindeydi, yürüyemiyordu.
Bir bulut geçse yakınımdan, eğilip akşamın üzerini örtecektim. Bir dere geçse; akşamın dudaklarına bir yudum su verecektim. Ay ışığını tutabilseydim; aydınlatacaktım.
Yapamadım...
Akşamın saçlarına dağılmış yıldızlar, uzak bir deniz fenerinin fersiz ışığı gibi umutsuzca parlıyordu.
Apansız akşamın gözlerini gördüm. Gözlerini gizleyemedi. Akşamın gözleri, gözlerime değdi. Gözleri yalan söyleyemezdi. Can çekişiyordu. Hayır. Beni böylesine bırakıp gitmemeliydin. Dayanamazdım. Sonra, yağmur da yağmalıydı...
Oysa, yağmur yine geç kalmıştı.
Tam mutluluğa bir kala yakalamıştım akşamı. Avuçlarımdan akıp giden akşam karasına karıştı hasretin.
Gelmedin..
6 MART 19XX
Bugün bademler çiçek açtı. Birkaç güne kadar bahar yaprakları kuş yuvalarını kapatacak. Kırlangıçlar yine gelecek. Neredeyse gün batıyor. Biliyorum, birazdan sen de geleceksin. Saatin kuşu nefes nefese akşam üstünü gugukladı.
İlk ayrıldığımız günün üstünden sanki yüzyıllar geçti. Tüm olanlara karşın, geleceğini biliyorum.
Üzerinde eskimiş haberlerin sarardığı bir gazeteyle örtülü tahta masa, gazetenin boş kenarlarına şunları karalıyorum.
“İlk kez,
kıraç mı kıraç bir dağ yamacında;
gözden uzak o badem çiçeğinde açmıştı.
hep olur ya;
öyle başlamıştı.
Nasıl, ilk göçebe kuşlarla geldiyse ilkbaharda.
yine öylesi kayboldu;
son göçen kuşların ardı sıra.
sonra...
hiç hatırlanmadı.
ve gariptir ki, adı bile olmadı.”
Her çiçek açtığında bademler, kokun yayılıyor. Bahar yorgunluğundan kapanan gözlerimin ardından yürürlüğe giriyorsun.
Seninle ilk tanıştığım günden bu yana çok şey değişti. Oysa, ben hiç değişmedim ki. Masada Bafra sigarası ve sinekli çubuk şarabının son şişesin son yudumları. Seni bekliyoruz.
Hep, bir şarap kadehim olsa diye düşlerdim. Her yudumdan sonra kıracağım şarap kadehleri. İçine hercai menekşeler dikip sabaha kadar dertleşeceğim kırık şarap kadehleri. Hiç şarap kadehim olmadı ki...
Yerimden kalkacak gücü bulursam; geleceğin yöne koşmayı düşlüyorum. Dizlerim, düşlerim kadar hızlı değil. Yarı yalpa yürüyorum. Yürüdükçe gölgem ardımda uzuyor. Mart güneşinin ılık ışığı son bir çabayla yüzümden sıyrılıp yamacın derinliklerine saklanıyor. İşte yine kendimle kalıyorum. İçimdeki sessiz çığlık günbatımına karışıyor. Gözlerim; sönmeye yakın bir fener gibi.
Sanki birazdan karşıdan görüneceksin. İçim daralıyor. Sokaktan geçenler kalbimin vuruşlarını duyacaklar diye korkuyorum. Akşam ayazının içine incecik sızmış kokun geliyor. İçime çekiyorum. Kanım ısınıyor.
İçimdeki çocuk hep sana yazmak istiyor. Gel gör ki, hep özlemini yazıyorum. Oysa, yazdıklarım özlem olmamalıydı. Sana, seni nasıl deli divane sevdiğimi, dünün seninle ne kadar güzel olduğunu, yarının ne kadar güzel olacağını yazmalıydım. Yine de yana yakıla sensizliği, o kahrolası sensizliği yazıyorum.
Haklısın… Senden ayrıldığım ilk köşe başına küfürler savurmak yerine, geri dönüp ölesiye kucaklamak vardı. Gözlerinde kaybolmak vardı. Yapamadım
Kum saatini çeviriyorum. Zaman olup akıyorsun. Sen bitmeyesin istiyorum. İşte hep bu yüzden çeviriyorum kum saatini.
Her günü, yeni bir masalcasına yaşamalıydık seninle. Gelincikler toplamalıydık yasak akşamlarda. Kelebek yağmurlarının altında el ele yürümeliydik. Doyumsuzluğun daha bir büyümeliydi her dokunuşumda dudaklarına. Hınzırca ürpermeliydin parmaklarım tenine değdiğinde. En görkemli “evet”leri kıskandıran “hayır”ları fısıldamalıydın kulağıma. Dahası; tüm yarınlarda sen olmalıydın.
Ne var ki, yarınlar hiç gelmedi.
Her şey neden değişti ki sanki? Gökkuşağından sevdamız vardı.Böylesine, kırık dökük beklemeye alışmamıştım. Saate baktım. Seni gösteriyordu.
Gelmedin...
Yalnızca anımsadım bu akşam. Yalnızca, yalnızlığımı anımsadım.
Gül kurusu dudakların, gece ayazında donmuş güller gibi kurumuştu. Odada sönmüş sigara kokusu, ellerimde yitirilmişlikler... Akşamın başladığı yeri griye boyamış bir ufuk vardı. Keşke dünleri tutsaydım.
Tutamadım...
Şimdi hatırlamak, dünleri yaşamak kadar sıcak değil.
İlk ayrıldığımız günün üstünden sanki yüzyıllar geçti. Tüm olanlara karşın, geleceğini biliyorum.
Üzerinde eskimiş haberlerin sarardığı bir gazeteyle örtülü tahta masa, gazetenin boş kenarlarına şunları karalıyorum.
“İlk kez,
kıraç mı kıraç bir dağ yamacında;
gözden uzak o badem çiçeğinde açmıştı.
hep olur ya;
öyle başlamıştı.
Nasıl, ilk göçebe kuşlarla geldiyse ilkbaharda.
yine öylesi kayboldu;
son göçen kuşların ardı sıra.
sonra...
hiç hatırlanmadı.
ve gariptir ki, adı bile olmadı.”
Her çiçek açtığında bademler, kokun yayılıyor. Bahar yorgunluğundan kapanan gözlerimin ardından yürürlüğe giriyorsun.
Seninle ilk tanıştığım günden bu yana çok şey değişti. Oysa, ben hiç değişmedim ki. Masada Bafra sigarası ve sinekli çubuk şarabının son şişesin son yudumları. Seni bekliyoruz.
Hep, bir şarap kadehim olsa diye düşlerdim. Her yudumdan sonra kıracağım şarap kadehleri. İçine hercai menekşeler dikip sabaha kadar dertleşeceğim kırık şarap kadehleri. Hiç şarap kadehim olmadı ki...
Yerimden kalkacak gücü bulursam; geleceğin yöne koşmayı düşlüyorum. Dizlerim, düşlerim kadar hızlı değil. Yarı yalpa yürüyorum. Yürüdükçe gölgem ardımda uzuyor. Mart güneşinin ılık ışığı son bir çabayla yüzümden sıyrılıp yamacın derinliklerine saklanıyor. İşte yine kendimle kalıyorum. İçimdeki sessiz çığlık günbatımına karışıyor. Gözlerim; sönmeye yakın bir fener gibi.
Sanki birazdan karşıdan görüneceksin. İçim daralıyor. Sokaktan geçenler kalbimin vuruşlarını duyacaklar diye korkuyorum. Akşam ayazının içine incecik sızmış kokun geliyor. İçime çekiyorum. Kanım ısınıyor.
İçimdeki çocuk hep sana yazmak istiyor. Gel gör ki, hep özlemini yazıyorum. Oysa, yazdıklarım özlem olmamalıydı. Sana, seni nasıl deli divane sevdiğimi, dünün seninle ne kadar güzel olduğunu, yarının ne kadar güzel olacağını yazmalıydım. Yine de yana yakıla sensizliği, o kahrolası sensizliği yazıyorum.
Haklısın… Senden ayrıldığım ilk köşe başına küfürler savurmak yerine, geri dönüp ölesiye kucaklamak vardı. Gözlerinde kaybolmak vardı. Yapamadım
Kum saatini çeviriyorum. Zaman olup akıyorsun. Sen bitmeyesin istiyorum. İşte hep bu yüzden çeviriyorum kum saatini.
Her günü, yeni bir masalcasına yaşamalıydık seninle. Gelincikler toplamalıydık yasak akşamlarda. Kelebek yağmurlarının altında el ele yürümeliydik. Doyumsuzluğun daha bir büyümeliydi her dokunuşumda dudaklarına. Hınzırca ürpermeliydin parmaklarım tenine değdiğinde. En görkemli “evet”leri kıskandıran “hayır”ları fısıldamalıydın kulağıma. Dahası; tüm yarınlarda sen olmalıydın.
Ne var ki, yarınlar hiç gelmedi.
Her şey neden değişti ki sanki? Gökkuşağından sevdamız vardı.Böylesine, kırık dökük beklemeye alışmamıştım. Saate baktım. Seni gösteriyordu.
Gelmedin...
Yalnızca anımsadım bu akşam. Yalnızca, yalnızlığımı anımsadım.
Gül kurusu dudakların, gece ayazında donmuş güller gibi kurumuştu. Odada sönmüş sigara kokusu, ellerimde yitirilmişlikler... Akşamın başladığı yeri griye boyamış bir ufuk vardı. Keşke dünleri tutsaydım.
Tutamadım...
Şimdi hatırlamak, dünleri yaşamak kadar sıcak değil.
YOLA ÇIKIŞ
Saat yirmi on beş. Şubat’ın karanlığını beyaza boyayan kar, ay ışığı altında fosfor gibi parlıyor. Vangölü ekspresi perona boylu boyunca uzanmış. Birazdan kar ve sisin elle tutuştuğu kurşuni ufukta kaybolan rayların üstünde karanlığa doğru akacak. Hurçlarımı kompartıman rafına yerleştirip pencere kenarına oturuyorum.
Kapıyı zorla çekiyorum. Kompartıman buz gibi. Alt camlardan biri kırık. Kondüktörü yakalayıp neden soğuk olduğunu soruyorum. Adam ilk önce sırıtıyor. Sapsarı dişlerinin önden iki tanesi noksan. Konuşurken dili takılıyor. Salaş New York barlarında saksafon çalan zenciler geliyor aklıma. Konuştuğunu zor anlıyorum. Anlaşılan sofaj takılmamış.
Ne zaman hareket ederiz, belli değil. Ha şimdi, ha biraz sonra derken otuz-otuz beş dakika daha geçiyor. Sonra… Bir takırtı. Makine arabaya bağlandı anlaşılan.
Demiryolcular böyle der : “makine arabaya bağlandı”.
“İşte bu kadar, gidiyoruz” düşüncelerimi vagonların altından çıkan buharlar süslüyor. “Oh be! Sofaj çalıştı” diye geçiriyorum içimden.
Hareket düdüğü istasyonun taş duvarlarında yankılanıyor. Tren, raylardan zorla kopup ıhlaya-tıslaya yürümeye başlıyor.
Daha on dakika gitmiyoruz ki duruyoruz. Başımı pencereden çıkartıp bakacağım. Zorluyorum, nafile, cam açılmıyor. Ben camla boğuşurken, yeni bir ivme ile dengem bozuluyor. Hareket ediyoruz. Bu kez geri. Elli metre ilerlemeden Duruyoruz. Biraz sonra lokomotif aynı edayla tekrar kalkıyor. Bir daha duruyor, bir daha.. bir daha...
Soğuktan algılamamı yitirdim her halde. Trenin manevra yaptığını daha sonra öğreniyorum.
Yarım saate yakın ileri geri yapıyoruz. Saat 21’i epeyce geçti. Sanırım artık geri dönmeyeceğiz. Sofaj buharı, iki vagonun bağlantı boşluğundan çıkıp, benim kompartımanın koridora bakan kırık penceresinden içeri doluyor. Buhar, soğuk yüzeylerle temas edip içerde kar kristalleri oluşturuyor. Karlar kraliçesi buralarda bir yerlerde olmalı diye düşünüyorum.
Kompartımanın önünden arada bir geçen kondüktör dışında yaşam belirtisi yok. Yalnızlığım tren rayı boyunca büyüyor. Camın önünden hızla geçen çıplak ağaç siluetlerini sayıyorum. Bembeyaz bir karanlık uzanıp kayboluyor.
Camın buzlarını kazıyıp adının baş harfini yazıyorum. Her yere yakışıyorsun. İsmin soğuktan morarmış dudaklarıma bir kelebek gibi konuyor. Gülümsüyorum. Sen geliyorsun aklıma. Yo! hayır sen hiç gitmedin ki! Anılarım silkeleniyor sadece. Öylesine yalnızım ki..
Hatırlıyorum da İstanbul’a ilk geldiğinde de böylesine yalnızdım. Issız bir İstanbul sabahında evi kapıyı açtığımda o masum taşralı tavrınla gülümseyişini hatırladım nedense. Evi zor bela bulduğunu söylemiştin. O günlerde bahara gebeydi İstanbul.
Sen, her ilkbaharda ilk göçebe kuşlarla gelirdin. Oysa, şimdi ben, hüzünlü bir kış sabahında ulaşacağım İstanbul’a.
Neden her şey değişti ki sanki? Yitirmeyip, özlemle büyüttüğümüz koca bir sevdamız vardı. Ve geceler, gözlerinden süzülen bir hüzündü çoğu kez.
Birileri olsaydı bari. Kardan, soğuktan, bahsedip, sonunda lafı dolaştırır sana getirirdim. Seni anlatırdım. Seni anlattıkça ısınırdım. Belki de baharı anlatırdım. “İlk bademler çiçek açardı baharda” diye başlardım, her halde.
Soğuktan neredeyse hissizleşti ellerim. Gözlerim itiş tepiş yerleştirdiğim hurcumda. Beni yarı kör yapan beyazlıkta elim bir çift eldiven bulma umudunda. Ama yine seni buluyorum. Seni cildi sökülmüş şu defterden daha iyi kim bilir ki… Gözlerim buğulanıyor. İlk sayfayı korkarak açıyorum. Anılarım hücum ediyorlar adeta.
Kapıyı zorla çekiyorum. Kompartıman buz gibi. Alt camlardan biri kırık. Kondüktörü yakalayıp neden soğuk olduğunu soruyorum. Adam ilk önce sırıtıyor. Sapsarı dişlerinin önden iki tanesi noksan. Konuşurken dili takılıyor. Salaş New York barlarında saksafon çalan zenciler geliyor aklıma. Konuştuğunu zor anlıyorum. Anlaşılan sofaj takılmamış.
Ne zaman hareket ederiz, belli değil. Ha şimdi, ha biraz sonra derken otuz-otuz beş dakika daha geçiyor. Sonra… Bir takırtı. Makine arabaya bağlandı anlaşılan.
Demiryolcular böyle der : “makine arabaya bağlandı”.
“İşte bu kadar, gidiyoruz” düşüncelerimi vagonların altından çıkan buharlar süslüyor. “Oh be! Sofaj çalıştı” diye geçiriyorum içimden.
Hareket düdüğü istasyonun taş duvarlarında yankılanıyor. Tren, raylardan zorla kopup ıhlaya-tıslaya yürümeye başlıyor.
Daha on dakika gitmiyoruz ki duruyoruz. Başımı pencereden çıkartıp bakacağım. Zorluyorum, nafile, cam açılmıyor. Ben camla boğuşurken, yeni bir ivme ile dengem bozuluyor. Hareket ediyoruz. Bu kez geri. Elli metre ilerlemeden Duruyoruz. Biraz sonra lokomotif aynı edayla tekrar kalkıyor. Bir daha duruyor, bir daha.. bir daha...
Soğuktan algılamamı yitirdim her halde. Trenin manevra yaptığını daha sonra öğreniyorum.
Yarım saate yakın ileri geri yapıyoruz. Saat 21’i epeyce geçti. Sanırım artık geri dönmeyeceğiz. Sofaj buharı, iki vagonun bağlantı boşluğundan çıkıp, benim kompartımanın koridora bakan kırık penceresinden içeri doluyor. Buhar, soğuk yüzeylerle temas edip içerde kar kristalleri oluşturuyor. Karlar kraliçesi buralarda bir yerlerde olmalı diye düşünüyorum.
Kompartımanın önünden arada bir geçen kondüktör dışında yaşam belirtisi yok. Yalnızlığım tren rayı boyunca büyüyor. Camın önünden hızla geçen çıplak ağaç siluetlerini sayıyorum. Bembeyaz bir karanlık uzanıp kayboluyor.
Camın buzlarını kazıyıp adının baş harfini yazıyorum. Her yere yakışıyorsun. İsmin soğuktan morarmış dudaklarıma bir kelebek gibi konuyor. Gülümsüyorum. Sen geliyorsun aklıma. Yo! hayır sen hiç gitmedin ki! Anılarım silkeleniyor sadece. Öylesine yalnızım ki..
Hatırlıyorum da İstanbul’a ilk geldiğinde de böylesine yalnızdım. Issız bir İstanbul sabahında evi kapıyı açtığımda o masum taşralı tavrınla gülümseyişini hatırladım nedense. Evi zor bela bulduğunu söylemiştin. O günlerde bahara gebeydi İstanbul.
Sen, her ilkbaharda ilk göçebe kuşlarla gelirdin. Oysa, şimdi ben, hüzünlü bir kış sabahında ulaşacağım İstanbul’a.
Neden her şey değişti ki sanki? Yitirmeyip, özlemle büyüttüğümüz koca bir sevdamız vardı. Ve geceler, gözlerinden süzülen bir hüzündü çoğu kez.
Birileri olsaydı bari. Kardan, soğuktan, bahsedip, sonunda lafı dolaştırır sana getirirdim. Seni anlatırdım. Seni anlattıkça ısınırdım. Belki de baharı anlatırdım. “İlk bademler çiçek açardı baharda” diye başlardım, her halde.
Soğuktan neredeyse hissizleşti ellerim. Gözlerim itiş tepiş yerleştirdiğim hurcumda. Beni yarı kör yapan beyazlıkta elim bir çift eldiven bulma umudunda. Ama yine seni buluyorum. Seni cildi sökülmüş şu defterden daha iyi kim bilir ki… Gözlerim buğulanıyor. İlk sayfayı korkarak açıyorum. Anılarım hücum ediyorlar adeta.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)