Gül mevsimi hiç bitmezmiş gibi gelmişti.
Bitti...
Güller açtığı zaman gel demiştim. Şimdi hiç gitme diyorum. Hiç gitme!
Hiç gelmedin ki...
Hırçın bir dalganın köpüğü gibi patlayıp yok oluyorsun, apansız... Akşam serinliğinden ürpermiş bir rüzgar akasya çiçeklerini sürüklüyor. Yabancı sesler dolduruyor avluyu, gelişini düşlüyorum.
Bir gelip, bir gidiyorsun göz bebeklerimde. Kimi kez göz yaşı olup düşüyorsun. Tutamıyorum.
Alışamıyorum sensizliğe... Tıpkı... tıpkı... seninleliğe doyamadığım gibi.
Tam sen giriyorsun varsayımlarımdan içeri. Birden bir ay ışığı kamaştırıyor gözlerimi. Ateş böcekleri uçuyor önümüzden. Camların buğusuna gizlediğim buseler kuruyor. Saçlarımı at kuyruk yapıyorsun, sıkıca sarılıyorum. Gözlerim kapayıp zamanı söndürmek istiyorum gözlerinde. Zaman yürüyor. Yetişemiyorum. Her şey yarım kalıyor. Düşlerim bile…
Sanki yıllar öncesinden kalmış gibi sesin. Eski bir şarap gibi buruk dudakların dudaklarıma değdikçe daha da büyüyor sarhoşluğum.
Tarlaları yeniden sürülmüş bizim köyün. Somali’yi bombalamışlar. Rusya’da prestroyka. Berlin duvarı yıkılmış. Otabanda üç yaralı. Jandarma operasyonları iki sütuna manşet...
Bana ne...
Orta Karadeniz’de yağmur, Trakya’ da çöl sıcakları varmış. Bana ne...
Eller, güler oynarlarmış Ve sevgililer el ele gezerlermiş yağmurda.
Bana ne!
Komşu bahçede bir acem borusu, çam ağacına sarılmış; genel ahlaka mugayir. Akasya kuruları kar gibi kaplamış Bahçeli’nin bahçesiz sokaklarını.
Bana ne!
Bugün ayın ilk haftası imiş, bankada emekli kuyrukları... Petrol zammı, işçi grevi ve günlerden Çarşamba ya da ayların sekizincisi... Ben akşamcı kahvelerinde seni ıskalarmışım.
Sana ne!
Bir ud taksimi, hicaz faslından hafifçe geçiyor. İki notada bir sana uğruyor. Ben “es”lerde takılıyorum. Seni “nakarat” bellemişim. Kemanlar son perdeden eski bir Macar havası çalıyor. İçimdeki şarkıların hepsi sana akortlu.
Hadi koy Dede Efendi’yi. Masamızda iki kadeh. Sigarının iyisini alamıyorum. İçkinin ucuzunda sensizlik...
Yine utanmadan küfrediyorum sensizliğe ana avrat. Meyhanecinin yüzü kızarıyor. Masamız da iki kadeh var. Biri senin. Seni sevmiyorum.
Senin ananın...
Anan güzel kadındı be... Hani fotoğrafını göstermiştin…
Senin ananın…
...........
Şimdi bırak Macar rapsodili muhabbetleri.
Tut ki! Hiç doğmamışsın.
Ve hiç bahar gelmemiş bizim kente.
Çamlıbel’de kar sularına bırakmamışız yarım kalan şişemizi. Tut ki hiç bahar gelmemiş.
Sana gelincik çiçekleriyle merhaba dememişim. Kirazdan küpe yapmamışım. Söğüt dalından düdük de...
Tut ki, sen hiç gelmemişsin. Tut ki hiç seni uğurlamamışım. Tut ki hiç çağırmamışsın beni ve hiç gelmemişim.
Sümela manastırında sisten kaybolmamış gökyüzümüz. Dünyayı seyretmemişiz ya da İshak Paşa sarayının taş avlularında sevişmemişiz kartal kanatlarında.
Tut ki hiç paylaşmamışız aşımızı ve aynı kadehten yudumlamamışız kaderimizi.
Tut ki, hiç tren kalkmamış bizim kentten ve karanlık tünellerde bırakmamışız sevdamızı… Hiç deniz görmemişim ve ben hiçbir limanda seni beklememişim.
Tut ki, hiç güller açmamış ve sen hiç gelmemişsin. Sonra yüreğimi otobüs duraklarında bırakıp geri dönmemişim.
Tut ki hiç yazmamışsın sevdanı. Camlar arkasından bakıp ağlamamışsın. Tut ki yeniden sürülmemiş tarlalar dün.
Tut ki liseli aşıklar gibi kapında beklememişim günlerce. Kırık telli bir gitarla besteler yapmamışım yaşanmışlıklarımıza…
Söyler misin; yaşamaya değer miydi bu dünya?
Tut ki bugün hiç olmamış.
Yarın olmayacak mıydı sanki?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder