YOLA ÇIKIŞ

Saat yirmi on beş. Şubat’ın karanlığını beyaza boyayan kar, ay ışığı altında fosfor gibi parlıyor. Vangölü ekspresi perona boylu boyunca uzanmış. Birazdan kar ve sisin elle tutuştuğu kurşuni ufukta kaybolan rayların üstünde karanlığa doğru akacak. Hurçlarımı kompartıman rafına yerleştirip pencere kenarına oturuyorum.

Kapıyı zorla çekiyorum. Kompartıman buz gibi. Alt camlardan biri kırık. Kondüktörü yakalayıp neden soğuk olduğunu soruyorum. Adam ilk önce sırıtıyor. Sapsarı dişlerinin önden iki tanesi noksan. Konuşurken dili takılıyor. Salaş New York barlarında saksafon çalan zenciler geliyor aklıma. Konuştuğunu zor anlıyorum. Anlaşılan sofaj takılmamış.

Ne zaman hareket ederiz, belli değil. Ha şimdi, ha biraz sonra derken otuz-otuz beş dakika daha geçiyor. Sonra… Bir takırtı. Makine arabaya bağlandı anlaşılan.

Demiryolcular böyle der : “makine arabaya bağlandı”.

“İşte bu kadar, gidiyoruz” düşüncelerimi vagonların altından çıkan buharlar süslüyor. “Oh be! Sofaj çalıştı” diye geçiriyorum içimden.

Hareket düdüğü istasyonun taş duvarlarında yankılanıyor. Tren, raylardan zorla kopup ıhlaya-tıslaya yürümeye başlıyor.

Daha on dakika gitmiyoruz ki duruyoruz. Başımı pencereden çıkartıp bakacağım. Zorluyorum, nafile, cam açılmıyor. Ben camla boğuşurken, yeni bir ivme ile dengem bozuluyor. Hareket ediyoruz. Bu kez geri. Elli metre ilerlemeden Duruyoruz. Biraz sonra lokomotif aynı edayla tekrar kalkıyor. Bir daha duruyor, bir daha.. bir daha...

Soğuktan algılamamı yitirdim her halde. Trenin manevra yaptığını daha sonra öğreniyorum.

Yarım saate yakın ileri geri yapıyoruz. Saat 21’i epeyce geçti. Sanırım artık geri dönmeyeceğiz. Sofaj buharı, iki vagonun bağlantı boşluğundan çıkıp, benim kompartımanın koridora bakan kırık penceresinden içeri doluyor. Buhar, soğuk yüzeylerle temas edip içerde kar kristalleri oluşturuyor. Karlar kraliçesi buralarda bir yerlerde olmalı diye düşünüyorum.

Kompartımanın önünden arada bir geçen kondüktör dışında yaşam belirtisi yok. Yalnızlığım tren rayı boyunca büyüyor. Camın önünden hızla geçen çıplak ağaç siluetlerini sayıyorum. Bembeyaz bir karanlık uzanıp kayboluyor.

Camın buzlarını kazıyıp adının baş harfini yazıyorum. Her yere yakışıyorsun. İsmin soğuktan morarmış dudaklarıma bir kelebek gibi konuyor. Gülümsüyorum. Sen geliyorsun aklıma. Yo! hayır sen hiç gitmedin ki! Anılarım silkeleniyor sadece. Öylesine yalnızım ki..

Hatırlıyorum da İstanbul’a ilk geldiğinde de böylesine yalnızdım. Issız bir İstanbul sabahında evi kapıyı açtığımda o masum taşralı tavrınla gülümseyişini hatırladım nedense. Evi zor bela bulduğunu söylemiştin. O günlerde bahara gebeydi İstanbul.

Sen, her ilkbaharda ilk göçebe kuşlarla gelirdin. Oysa, şimdi ben, hüzünlü bir kış sabahında ulaşacağım İstanbul’a.

Neden her şey değişti ki sanki? Yitirmeyip, özlemle büyüttüğümüz koca bir sevdamız vardı. Ve geceler, gözlerinden süzülen bir hüzündü çoğu kez.

Birileri olsaydı bari. Kardan, soğuktan, bahsedip, sonunda lafı dolaştırır sana getirirdim. Seni anlatırdım. Seni anlattıkça ısınırdım. Belki de baharı anlatırdım. “İlk bademler çiçek açardı baharda” diye başlardım, her halde.

Soğuktan neredeyse hissizleşti ellerim. Gözlerim itiş tepiş yerleştirdiğim hurcumda. Beni yarı kör yapan beyazlıkta elim bir çift eldiven bulma umudunda. Ama yine seni buluyorum. Seni cildi sökülmüş şu defterden daha iyi kim bilir ki… Gözlerim buğulanıyor. İlk sayfayı korkarak açıyorum. Anılarım hücum ediyorlar adeta.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder