6 MART 19XX

Bugün bademler çiçek açtı. Birkaç güne kadar bahar yaprakları kuş yuvalarını kapatacak. Kırlangıçlar yine gelecek. Neredeyse gün batıyor. Biliyorum, birazdan sen de geleceksin. Saatin kuşu nefes nefese akşam üstünü gugukladı.

İlk ayrıldığımız günün üstünden sanki yüzyıllar geçti. Tüm olanlara karşın, geleceğini biliyorum.

Üzerinde eskimiş haberlerin sarardığı bir gazeteyle örtülü tahta masa, gazetenin boş kenarlarına şunları karalıyorum.

“İlk kez,
kıraç mı kıraç bir dağ yamacında;
gözden uzak o badem çiçeğinde açmıştı.
hep olur ya;
öyle başlamıştı.

Nasıl, ilk göçebe kuşlarla geldiyse ilkbaharda.
yine öylesi kayboldu;
son göçen kuşların ardı sıra.
sonra...
hiç hatırlanmadı.
ve gariptir ki, adı bile olmadı.”

Her çiçek açtığında bademler, kokun yayılıyor. Bahar yorgunluğundan kapanan gözlerimin ardından yürürlüğe giriyorsun.

Seninle ilk tanıştığım günden bu yana çok şey değişti. Oysa, ben hiç değişmedim ki. Masada Bafra sigarası ve sinekli çubuk şarabının son şişesin son yudumları. Seni bekliyoruz.

Hep, bir şarap kadehim olsa diye düşlerdim. Her yudumdan sonra kıracağım şarap kadehleri. İçine hercai menekşeler dikip sabaha kadar dertleşeceğim kırık şarap kadehleri. Hiç şarap kadehim olmadı ki...

Yerimden kalkacak gücü bulursam; geleceğin yöne koşmayı düşlüyorum. Dizlerim, düşlerim kadar hızlı değil. Yarı yalpa yürüyorum. Yürüdükçe gölgem ardımda uzuyor. Mart güneşinin ılık ışığı son bir çabayla yüzümden sıyrılıp yamacın derinliklerine saklanıyor. İşte yine kendimle kalıyorum. İçimdeki sessiz çığlık günbatımına karışıyor. Gözlerim; sönmeye yakın bir fener gibi.

Sanki birazdan karşıdan görüneceksin. İçim daralıyor. Sokaktan geçenler kalbimin vuruşlarını duyacaklar diye korkuyorum. Akşam ayazının içine incecik sızmış kokun geliyor. İçime çekiyorum. Kanım ısınıyor.

İçimdeki çocuk hep sana yazmak istiyor. Gel gör ki, hep özlemini yazıyorum. Oysa, yazdıklarım özlem olmamalıydı. Sana, seni nasıl deli divane sevdiğimi, dünün seninle ne kadar güzel olduğunu, yarının ne kadar güzel olacağını yazmalıydım. Yine de yana yakıla sensizliği, o kahrolası sensizliği yazıyorum.

Haklısın… Senden ayrıldığım ilk köşe başına küfürler savurmak yerine, geri dönüp ölesiye kucaklamak vardı. Gözlerinde kaybolmak vardı. Yapamadım

Kum saatini çeviriyorum. Zaman olup akıyorsun. Sen bitmeyesin istiyorum. İşte hep bu yüzden çeviriyorum kum saatini.

Her günü, yeni bir masalcasına yaşamalıydık seninle. Gelincikler toplamalıydık yasak akşamlarda. Kelebek yağmurlarının altında el ele yürümeliydik. Doyumsuzluğun daha bir büyümeliydi her dokunuşumda dudaklarına. Hınzırca ürpermeliydin parmaklarım tenine değdiğinde. En görkemli “evet”leri kıskandıran “hayır”ları fısıldamalıydın kulağıma. Dahası; tüm yarınlarda sen olmalıydın.

Ne var ki, yarınlar hiç gelmedi.

Her şey neden değişti ki sanki? Gökkuşağından sevdamız vardı.Böylesine, kırık dökük beklemeye alışmamıştım. Saate baktım. Seni gösteriyordu.

Gelmedin...

Yalnızca anımsadım bu akşam. Yalnızca, yalnızlığımı anımsadım.

Gül kurusu dudakların, gece ayazında donmuş güller gibi kurumuştu. Odada sönmüş sigara kokusu, ellerimde yitirilmişlikler... Akşamın başladığı yeri griye boyamış bir ufuk vardı. Keşke dünleri tutsaydım.

Tutamadım...

Şimdi hatırlamak, dünleri yaşamak kadar sıcak değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder