21 MART, 19XX

D Leylak zamanı
erguvani bir hüzüne karışır baharın güzellikleri.
Nevruz ateşi
etrafında kor kızıla boyanır gecenin pervaneleri.



Nerdeyse, leylaklar açacak birtanem. Ardından, kartopu çiçekleri... Nerdeyse, göçmen kuşlar ha geldi ha gelecek.

Neden gelmedin?

Şimdi seninle üzerlik otundan tütsüler yapmalıyız. Nevruz ateşinin korunda köpürtmeliyiz kahvemizi. Fincanda fal, falda sen olmalısın.

Hatırladın değil mi? “Dilek tut” demiştin. Tuttum. Tek dileğim sendin... “Dileğin olacak” demiştin.

Olmadı.

“ Tren gelir hoş gelir.
Odaları boş gelir”.
Anonim



Bu akşamüstü treniyle çıkmalısın yola.

Yarın 17 Mart.
Yarın doğum günün.

Seni yollarda karşılamak isterim. Sana sımsıkı sarılmak isterim. Tüm zodyakı önüne sermek, ilk “iyi ki doğdun” diyen olmayı isterim. Yarın, seni binlerce kez öpmek isterim.

Her gün, yarın olmalı. Her gün yeniden doğmalısın bir gül tomurcuğuna inat.

Her gün yeniden doğmalısın sabah güneşini kıskandırasıya... Her gün yeniden doğmalısın. Senin olduğun gecelerde yıldızlar sönük kalmalı.

Her gün yeniden doğmalısın. Ellerin tutkularınla terlemeli... Afrika olmalı avuçların...

Sen her gün yeniden doğmalısın. Saçların bahar geceleri gibi kokmalı.

Sen her gün yeniden doğmalısın. Gülümseyişlerinle aydınlanmalı sokaklarım.

Sen her gün yeniden doğmalısın. Hiç “Hoşça kal” dememeli dudakların.

Sen her gün yeniden doğmalısın ve her gün bahar olmalı...

Yarın doğum günün. Üzerinde kapüşonlu, çoban düğmeli manton olmalı, ilk sigara dumanını benim parmaklarımdan çekmelisin. İlk içkini benim kadehimden yudumlamalı, ilk öpücüğü benim dudaklarımdan tatmalısın.

Sana Kaf dağının ardından topladığım ateşi getirmeliydim. Nisan yağmurlarında sönmeyen o kardan korlaşan ateşi.

O ateş benim aşkım. O ateş iliklerime kadar dondurarak beni yakan aşkım.

İyi ki doğdun aşkım.

14 MART 19XX


Birkaç vakte kadar, Akbaba dağının karı erir,
Arpa çayı’ndan Aras nehrine karışır.
Köpük köpük seni düşlerim



Ufuk karardı mı, bizim kentin kuzeyinde, Karayel getirirdi kokunu. Karayelle salınınca kavak dalları, el sallayışlarını anımsardım...

Akşam karanlığı çöktükçe oralara bu saatlerde özlemin yüreğime çığ gibi düşer, kor gibi olur. Tutar yakarım ilk sigaramı denize bakan dağlara karşı seni düşlerim.

Ne denli uzak olsa da, nasıl yosun kokar denize bakan dağlar, bilir misin?

12 MART, 19XX

Artık sana “merhaba” diye başlayan mektuplar yazmayacağım. “Neden?” diye soracaksın. “Neden” olmayacak. Diğerleri bilmeyecek. Kim bilir? Belki sen bile bilmeyeceksin.

Bir gün eski evimizin bahçesine çıktığımızda yapraklarını kopardığın gülleri senin için öpeceğim. Oysa, sen bilmeyeceksin.

Saat 22:50...
Perşembe..
...
...
Tut ki geliyorsun. Zaman duruyor. Zaman kaç bilmiyorum?

Tut ki alıp başımızı gidiyoruz. Biz gidiyoruz, zaman duruyor. Kum saatini yine ters çeviriyorum. Daha “bugün” olmadan bitti zaman? Anlayamıyorum...

Dışa vurumcu resimler çiziyorum. Kırık dökük günlerde sürüyor özlemim. Agrasif şiirler yazıyorum küfür günah gırla gidiyor.

Sensiz ne günlerin, ne saatlerin. ne haftaların anlamı var. Soğuk bakışların arkasına gizlenip, bir daha asla gelmeyeceğini sezinliyorum. Sezgilerim yalnızlığıma koşut, ürperiyorum.

Erkenci yağmurlarına karışıyor göz yaşlarım. Islak bakışlarım hasret bakıyor.

İlk perdesi de açıldı baharın. Noksan oyuncularla oynuyoruz yaşamı. Süfli suflörler repliklerimizi şaşırtıyor. Bir gelsen tüm dekorları değişecek bu kentin.

Gelmiyorsun.


11 MART 19XX, 05:00


Göçer kuşların sonuncusu gibi esir kalıyorum göz bebeklerinde. Göz bebeklerinde bebek bakışlar. Göz bebeklerinde unutma beni çiçekleri. Sarılışlarım geçiyor yanıbaşımdan. Kuytu köşelerde kaçamak sevişmelerimiz geliyor aklıma. Erik çaldığımız bahçelerde bıraktığımız çocuksu sevinçlerimiz. Yeni koparılmış domates kokularının yayıldığı yollarda, yabancı bakışlardan uzak öpüşmelerimiz.

Körpe sabahın ilk ışıkları göz yaşlarımın üzerinde parıldıyor. Kimsesiz sokak çocukları gibi burnumu çekiyorum. Beni böyle salya sümük görsen gülerdin belki de. Belki de ağlardın. Kimbilir?

Horoz sesleriyle paylaşıyorum yalnızlığımı. Yalnızlığım, satırlarda hem başlayıp hem bitiyor.

Adamakıllı özlemişim anlaşılan. Sabah, günaydınım oluyorsun. El sallıyorsun tüm evlerin balkonlarından. Balkonlardan sarkan mine çiçekleri saçların gibi kokuyor. Kentin bütün pencerelerinden sen bakıyorsun. Sokak lambalarının son ışıkları gölgeni düşürüyor kaldırımlara. Kaldırımları öpüyorum.

Hafta başlıyor. Pazartesi oluyorsun. İlk açılan kiraz çiçeğinde gülümseyişlerin. Sabahçı fırınlarında sıcak ekmek kokusu gibi buram buram tütüyorsun.

Hafta başlıyor. Pazartesi oluyorsun. Belli ki, aramayacaksın. Belli ki, dün gibi, bugün de ben yine de seni özleyeceğim. Tüm sabahları ve akşamları seni özlemeye başladığım yerden tekrar özleyeceğim.

Takvimi koparıyorum. Nerdeyse Nisan geliyor.

Sen gelmiyorsun...

10 MART 19XX, 22:00

Ben akşamı severdim.
Çünkü, sen hep akşamlarda gelirdin.




Bulutların kaybolduğu dağ yamaçlarının ardından “akşam” sessizce geliyordu. Ay, yarı kızıla boyamış yüzünü bir bulutun ardına sinsice gizlemişti. Yıldızlar arkalarını dönmüşlerdi, sessiz ve sönük. Köy yollarında cılız ışıklı pencereler gözlüyordu yolumuzu. Bir anlamsız bağırıyordu karşı geçedeki sokak köpekleri. Ağaçlar diz çökmüş ürkek ve umutsuzca fısıldaşıyorlardı.

Akşam, ağır adımlarla kör kütük yaklaşıyordu. Korkuyor gibiydi. Yaklaşınca anladım. Sokak köpekleri salyalı dişleriyle parçalamışlardı akşamı bir yerinden.

Akşam kan ağlıyordu. Sen birden, yüreğime sığmadın. Çünkü akşamları gelirdin. Akşamı bu yüzden severdim. Zaten bir yudum mutluluktu seninleliğim. Bir yudum mutluluk gelincik yaprakları gibi dökülüverdi.

Akşam sefaları gözlerini sıkıca kapadılar. Saattin akrebi acımasızca saldırdı akşama. Akşam ağlamaklı... Ben ağlamaklı...

Kelebekler renklerini alıp gittiler. Akşam kör kütüktü. Akşam sendeledi. Akşam dertliydi. Akşam katran karasıydı. Akşamın kanı aksa, yalnızlığıma karışacaktı. Sessizce yanaşıp akşamın elinden tuttum. Elleri ıslaktı. Toprak da ıslaktı alabildiğine. Sanırım, akşam ağlıyordu.

Bir puhu kuşu oymuştu akşamın gözlerini. Görmüyordu. Akşamın ayakları yara içindeydi, yürüyemiyordu.

Bir bulut geçse yakınımdan, eğilip akşamın üzerini örtecektim. Bir dere geçse; akşamın dudaklarına bir yudum su verecektim. Ay ışığını tutabilseydim; aydınlatacaktım.

Yapamadım...

Akşamın saçlarına dağılmış yıldızlar, uzak bir deniz fenerinin fersiz ışığı gibi umutsuzca parlıyordu.

Apansız akşamın gözlerini gördüm. Gözlerini gizleyemedi. Akşamın gözleri, gözlerime değdi. Gözleri yalan söyleyemezdi. Can çekişiyordu. Hayır. Beni böylesine bırakıp gitmemeliydin. Dayanamazdım. Sonra, yağmur da yağmalıydı...

Oysa, yağmur yine geç kalmıştı.

Tam mutluluğa bir kala yakalamıştım akşamı. Avuçlarımdan akıp giden akşam karasına karıştı hasretin.

Gelmedin..

6 MART 19XX

Bugün bademler çiçek açtı. Birkaç güne kadar bahar yaprakları kuş yuvalarını kapatacak. Kırlangıçlar yine gelecek. Neredeyse gün batıyor. Biliyorum, birazdan sen de geleceksin. Saatin kuşu nefes nefese akşam üstünü gugukladı.

İlk ayrıldığımız günün üstünden sanki yüzyıllar geçti. Tüm olanlara karşın, geleceğini biliyorum.

Üzerinde eskimiş haberlerin sarardığı bir gazeteyle örtülü tahta masa, gazetenin boş kenarlarına şunları karalıyorum.

“İlk kez,
kıraç mı kıraç bir dağ yamacında;
gözden uzak o badem çiçeğinde açmıştı.
hep olur ya;
öyle başlamıştı.

Nasıl, ilk göçebe kuşlarla geldiyse ilkbaharda.
yine öylesi kayboldu;
son göçen kuşların ardı sıra.
sonra...
hiç hatırlanmadı.
ve gariptir ki, adı bile olmadı.”

Her çiçek açtığında bademler, kokun yayılıyor. Bahar yorgunluğundan kapanan gözlerimin ardından yürürlüğe giriyorsun.

Seninle ilk tanıştığım günden bu yana çok şey değişti. Oysa, ben hiç değişmedim ki. Masada Bafra sigarası ve sinekli çubuk şarabının son şişesin son yudumları. Seni bekliyoruz.

Hep, bir şarap kadehim olsa diye düşlerdim. Her yudumdan sonra kıracağım şarap kadehleri. İçine hercai menekşeler dikip sabaha kadar dertleşeceğim kırık şarap kadehleri. Hiç şarap kadehim olmadı ki...

Yerimden kalkacak gücü bulursam; geleceğin yöne koşmayı düşlüyorum. Dizlerim, düşlerim kadar hızlı değil. Yarı yalpa yürüyorum. Yürüdükçe gölgem ardımda uzuyor. Mart güneşinin ılık ışığı son bir çabayla yüzümden sıyrılıp yamacın derinliklerine saklanıyor. İşte yine kendimle kalıyorum. İçimdeki sessiz çığlık günbatımına karışıyor. Gözlerim; sönmeye yakın bir fener gibi.

Sanki birazdan karşıdan görüneceksin. İçim daralıyor. Sokaktan geçenler kalbimin vuruşlarını duyacaklar diye korkuyorum. Akşam ayazının içine incecik sızmış kokun geliyor. İçime çekiyorum. Kanım ısınıyor.

İçimdeki çocuk hep sana yazmak istiyor. Gel gör ki, hep özlemini yazıyorum. Oysa, yazdıklarım özlem olmamalıydı. Sana, seni nasıl deli divane sevdiğimi, dünün seninle ne kadar güzel olduğunu, yarının ne kadar güzel olacağını yazmalıydım. Yine de yana yakıla sensizliği, o kahrolası sensizliği yazıyorum.

Haklısın… Senden ayrıldığım ilk köşe başına küfürler savurmak yerine, geri dönüp ölesiye kucaklamak vardı. Gözlerinde kaybolmak vardı. Yapamadım

Kum saatini çeviriyorum. Zaman olup akıyorsun. Sen bitmeyesin istiyorum. İşte hep bu yüzden çeviriyorum kum saatini.

Her günü, yeni bir masalcasına yaşamalıydık seninle. Gelincikler toplamalıydık yasak akşamlarda. Kelebek yağmurlarının altında el ele yürümeliydik. Doyumsuzluğun daha bir büyümeliydi her dokunuşumda dudaklarına. Hınzırca ürpermeliydin parmaklarım tenine değdiğinde. En görkemli “evet”leri kıskandıran “hayır”ları fısıldamalıydın kulağıma. Dahası; tüm yarınlarda sen olmalıydın.

Ne var ki, yarınlar hiç gelmedi.

Her şey neden değişti ki sanki? Gökkuşağından sevdamız vardı.Böylesine, kırık dökük beklemeye alışmamıştım. Saate baktım. Seni gösteriyordu.

Gelmedin...

Yalnızca anımsadım bu akşam. Yalnızca, yalnızlığımı anımsadım.

Gül kurusu dudakların, gece ayazında donmuş güller gibi kurumuştu. Odada sönmüş sigara kokusu, ellerimde yitirilmişlikler... Akşamın başladığı yeri griye boyamış bir ufuk vardı. Keşke dünleri tutsaydım.

Tutamadım...

Şimdi hatırlamak, dünleri yaşamak kadar sıcak değil.

YOLA ÇIKIŞ

Saat yirmi on beş. Şubat’ın karanlığını beyaza boyayan kar, ay ışığı altında fosfor gibi parlıyor. Vangölü ekspresi perona boylu boyunca uzanmış. Birazdan kar ve sisin elle tutuştuğu kurşuni ufukta kaybolan rayların üstünde karanlığa doğru akacak. Hurçlarımı kompartıman rafına yerleştirip pencere kenarına oturuyorum.

Kapıyı zorla çekiyorum. Kompartıman buz gibi. Alt camlardan biri kırık. Kondüktörü yakalayıp neden soğuk olduğunu soruyorum. Adam ilk önce sırıtıyor. Sapsarı dişlerinin önden iki tanesi noksan. Konuşurken dili takılıyor. Salaş New York barlarında saksafon çalan zenciler geliyor aklıma. Konuştuğunu zor anlıyorum. Anlaşılan sofaj takılmamış.

Ne zaman hareket ederiz, belli değil. Ha şimdi, ha biraz sonra derken otuz-otuz beş dakika daha geçiyor. Sonra… Bir takırtı. Makine arabaya bağlandı anlaşılan.

Demiryolcular böyle der : “makine arabaya bağlandı”.

“İşte bu kadar, gidiyoruz” düşüncelerimi vagonların altından çıkan buharlar süslüyor. “Oh be! Sofaj çalıştı” diye geçiriyorum içimden.

Hareket düdüğü istasyonun taş duvarlarında yankılanıyor. Tren, raylardan zorla kopup ıhlaya-tıslaya yürümeye başlıyor.

Daha on dakika gitmiyoruz ki duruyoruz. Başımı pencereden çıkartıp bakacağım. Zorluyorum, nafile, cam açılmıyor. Ben camla boğuşurken, yeni bir ivme ile dengem bozuluyor. Hareket ediyoruz. Bu kez geri. Elli metre ilerlemeden Duruyoruz. Biraz sonra lokomotif aynı edayla tekrar kalkıyor. Bir daha duruyor, bir daha.. bir daha...

Soğuktan algılamamı yitirdim her halde. Trenin manevra yaptığını daha sonra öğreniyorum.

Yarım saate yakın ileri geri yapıyoruz. Saat 21’i epeyce geçti. Sanırım artık geri dönmeyeceğiz. Sofaj buharı, iki vagonun bağlantı boşluğundan çıkıp, benim kompartımanın koridora bakan kırık penceresinden içeri doluyor. Buhar, soğuk yüzeylerle temas edip içerde kar kristalleri oluşturuyor. Karlar kraliçesi buralarda bir yerlerde olmalı diye düşünüyorum.

Kompartımanın önünden arada bir geçen kondüktör dışında yaşam belirtisi yok. Yalnızlığım tren rayı boyunca büyüyor. Camın önünden hızla geçen çıplak ağaç siluetlerini sayıyorum. Bembeyaz bir karanlık uzanıp kayboluyor.

Camın buzlarını kazıyıp adının baş harfini yazıyorum. Her yere yakışıyorsun. İsmin soğuktan morarmış dudaklarıma bir kelebek gibi konuyor. Gülümsüyorum. Sen geliyorsun aklıma. Yo! hayır sen hiç gitmedin ki! Anılarım silkeleniyor sadece. Öylesine yalnızım ki..

Hatırlıyorum da İstanbul’a ilk geldiğinde de böylesine yalnızdım. Issız bir İstanbul sabahında evi kapıyı açtığımda o masum taşralı tavrınla gülümseyişini hatırladım nedense. Evi zor bela bulduğunu söylemiştin. O günlerde bahara gebeydi İstanbul.

Sen, her ilkbaharda ilk göçebe kuşlarla gelirdin. Oysa, şimdi ben, hüzünlü bir kış sabahında ulaşacağım İstanbul’a.

Neden her şey değişti ki sanki? Yitirmeyip, özlemle büyüttüğümüz koca bir sevdamız vardı. Ve geceler, gözlerinden süzülen bir hüzündü çoğu kez.

Birileri olsaydı bari. Kardan, soğuktan, bahsedip, sonunda lafı dolaştırır sana getirirdim. Seni anlatırdım. Seni anlattıkça ısınırdım. Belki de baharı anlatırdım. “İlk bademler çiçek açardı baharda” diye başlardım, her halde.

Soğuktan neredeyse hissizleşti ellerim. Gözlerim itiş tepiş yerleştirdiğim hurcumda. Beni yarı kör yapan beyazlıkta elim bir çift eldiven bulma umudunda. Ama yine seni buluyorum. Seni cildi sökülmüş şu defterden daha iyi kim bilir ki… Gözlerim buğulanıyor. İlk sayfayı korkarak açıyorum. Anılarım hücum ediyorlar adeta.